Pages

10 Mart 2013 Pazar

BBC | İnsan Beyni Belgeseli

     BBC tarafından hazırlanan ''The Human Mind'' (İnsan Beyni) belgeseli, beynimizin yaşamımıza ne gibi etkilerde bulunduğunu ve bunun ne derecede olduğunu açıklıyor.

     3 bölümden oluşan belgeselde, beyninizi kullanarak ve yalnızca hayal ederek nasıl sportif performansınızı arttırabileceğinizi ya da bir zihin şampiyonundan bazı tüyoları bulacaksınız.

     Beynin kişiliğin oluşumunda ne gibi etkilerinin olduğu ve kişiliğin istenmeyen yönlerinin beynin kontrolü ile nasıl değiştirilip şekillendirileceğide belgeselin bir başka konusu.

    Son bölümdeyse, ''Arkadaş Edinmek'' adıyla insanlarla olan iletişim ve iletişimde beynin nasıl yardımcı olduğu anlatılıyor. Jest ve mimikleri anlamlandırma, insanların beyinlerini yüzlerinden okuma bu bölümün konusu.



                                          

Devamını okumak için tıklayın...

Aklın Oyunları

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu metin, Psikolog Emre Konuk'un  İnsan Dergisine (Haziran 2002, Sayı 4) yazdığı yazıdan alınmıştır.

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyonla yürüttüğünü biliriz. Mutluluk, mutsuzluk, sağlık, hastalık ve ölüm hepsi onun işi. Göz ardı ettiğimiz şey beynimizin iyiyi de kötüyü de öğrenebildiğidir.

Daha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaşamımızda önemli bir yeri olduğunu, örnekleriyle anlatmıştım. (Benzer bir yazı olarak: Beynimizdeki Negatif Eğilim başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.) Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduğunu, neredeyse 40 yılı aşkın bir süredir birikmiş literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için değil, eğer gerekli vizyonu oluşturabilirsek, hem kişisel yaşamımızda hem de organizasyonların yaşamında köklü değişikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum.

Beynin Aptal Yanı
Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında değil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaşam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. Sevişebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. Sağ duyu sahibi bir kişi, evlenmeden önce küçük bir pazar araştırması yapsa, sonuçları objektif kalarak değerlendirse, eğer mazoşist eğilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiğine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu.

Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya  da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu.

Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir şey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaşamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoğumuz karşılaşmayız. Karşılaşmayız ama, sanki karşılaşmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaştığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetişmediğinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani olumsuz yaşadığımız her durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaşarız. İşte ‘beynin aptal yanı’ dediğimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike değildir ama güzel beynimiz, o muhteşem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni ‘vur ya da kaç’ tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, daha sık solumaya başlarım. Benim güzel beynim dönüp bana,"‘Bak Emre’ciğim, adamın öldürmek istediği bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese bağlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaşadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doğal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleştirmesi karşısında yaşadığım yoğun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir şekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık ilişkisi yoktur. Yani öfkelenebileceğimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. Doğu felsefesinin oluşturduğu tüm pratiğin sonuçta bunu hedeflediğini söyleyebiliriz.

Beynin Güzel Yanı
Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi.
Şimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiğini görelim.

Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, başka bir grup hastaya da şeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileştirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç işe yarıyorsa, etkisinin diğerinden farklı olması gerekir. Buna da araştırma dilinde ‘placebo etkisi’ denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür.
Örneğin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs ağrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye başlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı bağlamayı içeriyordu. Damarı bağlanan hastaların %40’ında ağrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araştırmacılar, iyileşmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araştırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı bağlandı. Diğer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da ağrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu.

Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş.

Çoğumuzun yaşamında bedenimizin bir yerinde bir siğil çıkmıştır. Siğiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siğil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siğil yok etme" makinesi var. Kocaman bir şey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siğillerinin yok olduğunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siğillerin "git" dendiğinde gittiği görüldü. Örneğin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siğilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin sağ ya da sol tarafındaki siğillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor.

Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siğilli çocuğa sormuştu: "Siğilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan başladı ve sonuçta 15 dolara anlaştılar. Ertesi hafta siğili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı.

Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün.

Emre KONUK
Devamını okumak için tıklayın...

9 Mart 2013 Cumartesi

Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi | Sağ Beyin Sol Beyin |


İnönü PDR Blog'un bu haftaki teması olan ''Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi'' konusuna giriş mahiyetinde, insan beyni hakkında enterasan birkaç bilgi vermek istiyoruz. Ayrıca yazının sonunda, beynin sol ve sağ yarımküleri arasındaki ilişkiyi ve bu bölgelerin görevlerini daha iyi anlayabilmeniz için hazırlanmış bir sunuyu da bulabilirsiniz. 


İnsan beyniyle ilgili enteresan bilgiler

1. İnsan beyninin ağırlığı ortalama 1.3 kilogram civarındadır.

2. Beyniniz ölmeye başlamadan önce en fazla 4 ile 6 dakika arasında oksijensiz kalabilir.

3. Beyninizde tam 100 milyar sinir hücresi bulunuyor.

4. ‘İnsan beyninin yüzde 10'unu kullanıyor’ deyimi yanlıştır. Beynin her bölgesinin bir işlevi vardır.

5. Her insan doğduğunda aynı sayıda beyin hücresine sahiptir. Bu sayı altı yaşında maksimum seviyeye ulaşır.

6. Yeni doğan bir bebeğin beyni doğduktan sonraki ilk yılda tam üç kat büyür.

7. Dokunma duyusu ilk oluşan duyudur. Anne karnında oluşur.

8. Beyninizi sürekli çalıştırın çünkü beyinsel aktiviteler beyninizde yeni sinir hücrelerinin oluşmasını sağlar.

9. Her zaman pozitif düşünün. Araştırmalar doktorlara başvuranların yüzde 60'ının psikolojik nedenlerle doktora başvurduğunu ortaya koyuyor.

10. Beslenmenin beyne oldukça yararlı etkisi vardır. New York’ta yapılan bir araştırmada öğle yemeğinde yapay soslar ve takviyeler kullanmayanların IQ seviyelerinin diğerleine göre yüzde 14 daha yüksek olduğunu ortaya koydu.

11. Birşeyler hatırladığınız ve yeni düşünceler yarattığınız her an beyninizde yeni bağlantılar kuruyorsunuz.

12. Koku yoluyla edindiğiniz bir hatıranız, beyninizde kurulan en duygusal bağlantıdır.

13. Uykunuzu düzenleyin. Beyninizin en dinlendiği an uykuda oduğunuz anlardır.

14- Başınız ağrıdığında beyniniz hiçbir acı hissetmez. Olay tamamen acı reseptörleriyle bağlantılıdır.

Sağ ve Sol Beyin Sununu Linkten İndirebilirsiniz;

Devamını okumak için tıklayın...

Yoldan Çıkan Psikoloji Deneyleri

     Bilimde insanlarla deney yapmanın çeşitli riskleri olduğu için deney hayvanları bir alternatiftir, ancak söz konusu olan sosyal psikoloji deneyleri ise konu direk olarak insan olduğu için deney hayvanı kullanma şansı bulunmuyor. Hayvanlar konuşamadığı için ise beyne ya da psikolojiye ait pek çok konuyu araştırmak için insanların birebir kullanılması bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.

   Günümüzde sosyal psikoloji deneyleri katılımcılara zarar vermemek, bir zarar verilse dahi bunu telafi etmek üzerine kurgulansa da geçmişte bu etik kuralların bulunduğunu ya da bulunsa bile bilim insanlarının bu kurallara uymak konusunda çok da hevesli olduklarını söyleyemiyoruz. Ayrıca bazı etkenlerin insanda ne çeşit bir tepki yaratacağını ancak yine deneylerle gözlemlemek mümkün.

Tarihte yoldan çıkarak amaçlanandan farklı bir noktaya sapan, iyi niyetli başlasa da kötü sonuçlar doğuran, katılımcılarına acılar ya da kalıcı ruhsal bozukluklar yaşatan psikoloji ya da sosyal psikoloji deneylerinin ardında kabaca üç nedenin yattığını söyleyebiliriz:

1. Bilim insanının deneyi tasarlarken olabilecekleri ön görememesi, (“Kaş yaparken göz çıkarmak…”)
2. Bilim insanının etik kurallarını, insan ya da hayvan haklarını önemsememesi (“Zafer yolunda her şey mübahtır”)
3. Bilim insanının tezini kanıtlayabilmek için aşırı hırslı davranması ve deneyin başarısızlığının birinci dereceden etkileyeceği kişiler arasında kendisinin bulunmaması. (“El elin eşeğini türkü yakarak ararmış”)

Bu yazımızda katılımcılarına zarar veren ya da tahminlerin çok ötesinde sonuçlar verdiği için yarıda kesilen deneylerden bahsedeceğiz.

    “Canavar” Çalışması (1939)
Iowa Üniversitesi’nden, kendisi de kekemelikten mustarip olan [1] Wendell Johnson tarafından tasarlanan ve 1939 yılında 5 ila 15 yaş arasındaki 22 yetiştirme yurdu öğrencisiyle gerçekleştirilen deney, deneklerde kalıcı hasar yaratma konusunda akla gelen ilk örneklerden biridir [2].

Iowa Üniversitesi’nden, kendisi de kekemelikten mustarip olan [1] Wendell Johnson tarafından tasarlanan ve 1939 yılında 5 ila 15 yaş arasındaki 22 yetiştirme yurdu öğrencisiyle gerçekleştirilen deney, deneklerde kalıcı hasar yaratma konusunda akla gelen ilk örneklerden biridir [2].

10′u kekeleyen, 22 öksüz ve yetim çocuğun kontrol ve deney grupları olarak iki gruba bölündüğü çalışmada her iki gruba da diksiyon dersleri verilmiştir. Bir gruba doğru telaffuzlarında pozitif geri besleme verilirken, diğer gruba yaptıkları telaffuz hatalarında dayak atma ve kekeme olduğunun yüzüne vurulması gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir.

Bu 6 aylık çalışmanın sonuçları ortaya korkunç bir manzara çıkarmıştır: Negatif geri besleme alan gruptaki çocuklardan sadece kekeme olanlar değil, normal olanlar dahi hayatları boyunca konuşma güçlüğü çekmişlerdir.

Sonuçları halen Iowa Üniversitesi kütüphanesinde bulunan araştırma, tarihin tozlu sayfalarına gömülü idi. Ancak 2001 yılında California eyaletinde yayınlanan San Jose Mercury News konu hakkında bir makale kaleme aldı. Bu makaleyi ihbar kabul eden savcıların devreye girmesiye deney ulusal bir skandala dönüştü. Haberlerden sonra Iowa Üniversitesi özür diledi, ancak 2005 yılında Iowa yüksek mahkemesi davayı görüştü ve 2007 yılında kalıcı hasara uğramış 6 denek, toplamda 925.000 ABD doları tazminata hak kazandı.

Dava böyle sonuçlanmış, Wendell Johnson ve Iowa Üniversitesi suçlu bulunmuş olsa da bazı meslektaşları Wendell Johnson’ı savunuyorlar. Aslında Johnson saygın bir bilim adamı. Adı böyle bir deneyle tarihe kötü geçmiş olsa da konuşma bozuklukları ve kekemelik tedavisindeki başarılı çalışmaları sebebiyle hala iyi bir şekilde anılıyor. Üniversite’nin savunma zemini ise daha farklı: İnsan kullanılarak yürütülecek deneylerle ilgili Nuremberg Kanunları 1948 yılında yayınlandığından, 1939 yılındaki bu deney o günün kurallarına uygun görünüyor [3].

Bir diğer deneyi ise "Şiddet ve Boyun Eğme" başlıklı yazımızda paylaştığımız:
Milgram Deneyi (1963)
1963 yılında Yale Üniversitesi’nde Profesör Stanley Milgram tarafından tasarlanan deney insanların belli bir rol altında anonimleşerek kendi kimliklerinden sıyrılacağını ortaya koymayı amaçlıyordu. Denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundular ve 20 ila 50 yaşlar arasında toplumun her kesiminden erkekler seçildiler [4].

Katılımcılara grubun “öğretici” ve “öğrenci” olarak iki gruba bölündüğü bilgisi verildi. Oysa öğrenci tekti ve tüm katılımcılar öğretici olarak görev yapacaktı; tabi ki deneklerin bundan haberleri yoktu. Zira öğrenci bir işbirlikçi idi, ve iyi rol yapabilen bir muhasebeciydi. Denekler, rastgele verilen kağıtlardan “öğretmen” yazanın şans eseri kendilerine geldiğine inandırıldıktan sonra “öğretmen” ve “öğrenci” birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deney gözlemcisi -yine işbirlikçi-, gri bir laboratuvar önlüğü giyen, sert ve hissiz bir biyoloji öğretmeni rolünde idi.

Deney başlamadan önce “öğretmen”e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak “öğrenci”ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. Öğretmene daha sonra öğrenciye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu. Cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu – aslında elektrik verildikçe çığlık atılan, önceden kaydedilmiş bir kaset aracılığıyla öyle olduğu sanısı veriliyordu-. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra işbirlikçi, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ettiler. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başladı, ama bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam etti.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sırasıyla aşağıdaki sözlü uyarılarda bulunuluyordu:

1. Lütfen devam edin.
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”.

Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Sizce deneklerden ne kadarı 450 volta kadar çıkmış ve öğrenciyi öldürmeyi, öldürmese bile onu çok büyük acılara maruz bırakmayı göze almıştır? %5? %10? Hatta yarısı?

Milgram, deneyini gerçekleştirmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yapmış ve katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünmüştü. Psikiyatristler ise sadece onbinde 12’sinin (%0,12) 450 volta kadar çıkabileceğini düşünmüşlerdi [5]. Oysa sonuçlar dehşet vericiydi: Bu ilk deneyde 40 denekten 26’sı, yani %65′i deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu -her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da- uygulamışlardı. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi, ancak bir çoğu bunu yapmamıştı. Hatta katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmemişti.
 Üçüncü Dalga Deneyi başlıklı yazımızda sizlerle daha önce paylaşmış olduğumuz deney:

Üçüncü Dalga (1967)
Milgram Deneyi’yle benzer özellikler taşıyan bu deney, California, Palo Alto’da bulunan Cubberley Lisesi’nde, tarih dersi kapsamında gerçekleştirilmiştir. “Nazi Almanyası” konusu kapsamında gerçekleştirilen uygulamanın amacı demokratik toplumların dahi faşizme meyilli olduklarını anlatmayı amaçlamış, ve aslında deneyin sahibi, tarih öğretmeni Ron Jones bir bakıma bunu kanıtlamıştır da.

Jones ilk gün bir kaç basit kural getirmiştir: Ders zili çalmasıyla birlikte öğrenciler 30 saniyede yerlerini alacak, söz almadan ve ayağa kalkmadan konuşmayacak, söz alırsa söyleyecekleri üç beş kelimeyi geçmeyecek ve her cümlelerinin sonunu “Bay Jones” diye bitireceklerdir.

İkinci gün Jones mevcut sınıfın özel olduğunu belirtmiş, diğerlerinden ayırmış ve disiplinin sağlanmasından sorumlu kılmıştır. Onlara “Üçüncü Dalga” adını veren Jones, bir okyanusun en güçlü dalgasının üçüncü dalga olduğu gibi sahte bir efsane uydurarak ismi anlamlandırmıştır. Bu gruba Nazi selamını öğreten Jones, bu grup öğrencilerinin sadece sınıfta değil, dışarıda dahi birbirlerini bu şekilde selamlamalarını emretmiştir. Öğrenciler bu kurala istisnasız uymuşlardır.

Üçüncü gün Jones deneyin kapsamını büyüterek okula yaymıştır. Gün başında 30 öğrencilik sınıf, 13 katılımcıyla beraber 43′e yükselmiştir. Öğrencilerin hepsi derslerine hevesle sarılmaya başlamış, katılımlarında artış olmuştur. Ron Jones’un konuyla ilgili kendisinin kaleme almış olduğu makalede belirttiğine göre, kimi öğrenciler “İlk defa adam akıllı bir şeyler öğrendiklerini” beyan etmişler ve hatta “Bay Jones, niçin diğer konuları da bize böyle öğretmiyorsunuz?” şeklinde sitem etmişlerdir [6].

Kendilerine bir üye kartı düzenleyen öğrenciler, bir de logo tasarlayarak kurumsallaşmışlardır ve grup üyesi olmayan öğrencileri sınıfa sokmamışlardır. Yeni üye bulma koşul ve kurallarının da belirlendiği üçüncü günün sonunda toplam katılımcı sayısı 200′ü bulmuştur. Gün içerisinde bazı grup üyeleri diğer grup üyelerini kurallara uymadıkları gerekçesiyle jurnallemeye başlamışlardır.

Dördüncü gün Jones, öğrencilerin projeye haddinden fazla dahil olduklarını, disiplin kurallarına görülmemiş bir liyakatle bağlandıklarını farkedince, olayların kontrolden çıkacağını sezerek deneyi durdurmuştur ancak bunu yaparken, bu hareketin ulusal bir hareket olduğunu, ertesi gün, yani cuma günü başbakanlıktan bir açıklama yapılacağını belirterek yapmıştır. Ertesi gün vaat ettiği gibi sınıfa bir televizyon getiren Jones, bir kaç dakika karıncalı ekran izlettikten sonra gerçeği açıklamış, bunun Nazi Rejimi dersi kapsamında faşizmi anlatmak için yaptığını belirtmiş, hemen ardından bir Nazi belgeseli izleterek amacını doğrulamıştır.

Çocukların olayı velilerine söylemesinden sonra gerçekleşenler ilginçtir: Bir haham (konu Nazi Almanyası olduğunda yahudi olan ABD vatandaşları daha hassastırlar) velilerin kaygılarını iletmek için Jones’u aramışlardır. Jones amacını anlattıktan sonra haham velilerin kaygılarını giderme sözü vermiş hatta deneyin bir parçası olmuştur [6].

En nihayetinde deney sonlanmış ve deneyin okul yönetimince duyulmasından sonra Jones çalıştığı okuldan kovulmuştur ama kovulma gerekçesinin bu deney olduğu resmi olarak belirtilmemiştir [7].

Ron Jones’un Üçüncü Dalga deneyi, 2008 yılında Alman yapımı “Die Welle” adlı filmde işlenerek beyaz perdeye aktarılmıştır.

    Zimbardo Hapishane Deneyi (1971)
Zimbardo deneyi, beyaz perdeye de farklı şekillerde yansımış olan bir deneyi konu alır. 1971 yılında Stanford Üniversitesi ve ABD Deniz Kuvvetleri ile ortaklaşa gerçekleştirilen bu deneyi kabaca özetlersek, hiçbir psikolojik sorunu bulunmayan sıradan insanların bir deney için hapishane ortamına sokulmaları ve gardiyan ve mahkum olarak ikiye bölünmeleri sonrasında neler olduğunu incelemiştir. Asıl amaç kişilerin sosyal rollerine nasıl ve ne kadar kolay uyum sağladıklarını gözlemleyebilmektir ancak çok başka sonuçlar doğurmuştur.

2001 yılı Alman yapımı “Das Experiment” filmi Stanford Hapishane Deneyi’nde yaşananları konu almaktaydı. Ancak yukarıdaki fotoğraflar gerçek deneyden… (12)

Stanford Üniversitesi’ne ait bir binanın altında kurulan hapishane benzeri odalarda gerçekleştirilen deneyde, mahkûmlar daha ilk günden edilgen, gardiyanlar ise daha ilk günden agresif olmak üzere, rollerine çok çabuk bir şekilde uyum sağlamışlardır. İkinci günden itibaren deney öngörülenden daha fazla duygusal şiddet barındırmaya başlamış ve iki hafta olarak planlanan deney 6. gününde mecburen sona erdirilmiştir.

Zimbardo deneyi öngörülen sınırların dışına çıkıp deneklerine tehlikeli ve psikolojik olarak hasar veren bir duruma gelmiştir. Mahkûmların ikisi daha deneyin başında zorunlu olarak deneyden ayrılmışlardır. Birçok mahkûm duygusal olarak travma geçirirken gardiyanların üçte biri “gerçek” sadistik eğilim sergilemekten yargılanmıştır.

Konuyla ilgili müdahalede bulunulmamasından dolayı eleştirilen Philip Zimbardo, bir gözlemci bulunması halinde deneyin gerçek sonuçlar vermeyeceğini düşünüldüğünden gözlemci bulundurulmadığını ve müdahalede bulunulmadığını belirtmiştir [8].

    David Reimer Vakası (1966)
Tarihte bir vaka daha var ki, yukarıda saydığımız deneylerden bir çok yönüyle ayrılmaktadır, fakat yine de bir bilim insanının hatasının ya da hırsının hastayı ya da deneği nerelere sürükleyebileceğini göstermesi açısından manidardır. Ayrıca söz konusu deney, on iki yıl kadar uzun sürmüş, psikoloji sınırlarını aşmış ve çeşitli ameliyatları ve hormon tedavilerini de içermiştir.

“Bir süre için gerçekten de şirin, küçük bir kız çocuğu gibi davranan Brenda (David) ve ikiz kardeşi Brian Reimer için her şey sütlimanken zamanla durum değişmiştir.” [9]

22 Ağustos 1965 yılında Kanada’da ikiz kardeşi Brian Reimer ile birlikte Dünya’ya gelen David Reimer adındaki erkek çocuk, 8 aylıkken ailesi tarafından sünnet ettirilmek istenmiş, sünnet sırasında kazara penisi yanmış ve hasar görmüştür. Profesyonel destek almak isteyen aile Baltimore’daki John Hopkins Hastanesi’ne, televizyondaki bir programda cinsiyet konuları tartışılırken tanıdıkları ve gayet de bilgili gördükleri Psikolog John Money’e başvurmuşlardır. Psikolog John Money durumu dinledikten ve inceledikten sonra aileyi bebeğin cinsiyetini değiştirmek üzere yönlendirmiş ve bu seçeneğin kesinlikle daha iyi olacağını söylemiştir. Ancak John Money, cinsiyetin doğuştan gelmediği ve öğrenilmiş olduğuna yönelik bir teorinin taraftarı olduğunu ve bir ikiz kardeşi de bulunduğu için aynı zamanda kontrollü deney olanağı sağlayacak olan David Reimer’ı bu teoriyi ispatlamak adına denek olarak kullanmak istediğini itiraf etmemiştir.

David’in testisleri 22 aylıkken orşidektomi operasyonuyla alınmıştır ancak henüz yapay bir vajina tesis edilmemiştir. Ona yeni bir isim verilmiştir: Brenda. Vakaya epey vakit ayıran Money, sosyal öğrenme yoluyla cinsiyetin sağlıklı bir şekilde değiştirilebilmesini garanti altına almak için enteresan uygulamalarda da bulunmuştur. Çocuklukta gerçekleşen seks provalarının cinsiyetin edinilmesinde önemli rolü olduğunu düşünen Money, kardeşleri cinsiyetlerine göre çeşitli cinsel pozisyonlara sokmuş, hatta bir kısmını fotoğraflamıştır. Bir başka uygulamada da ikisini de soyarak birbirlerinin cinsel organ farklılıklarını incelemelerini istemiştir[10].

Bir süre için gerçekten de şirin, küçük bir kız çocuğu gibi davranan Brenda (David) ve kardeşi için durum sütlimanken zamanla durum değişmiştir. Göğüslerinin gelişmesi için verilen östrojen işe yaramamış, kendisine bir kız çocuğuymuş gibi davranılmasına rağmen Brenda kendisini bir kız çocuğu gibi hissetmemiştir. 22 aylıkken gerçekleşen operasyondan ergenlik çağına kadar karın bölgesinde tesis edilmiş bir delik aracılığıyla idrarını yapan Brenda, tekrar Baltimore’a götürülürse intihar edeceğini beyan edince ona yapay bir vajina tesis edilmesini isteyen Dr. Money ile ilişkiler kesilmiştir. 13 yaşında iken, endokrinoloğu (salgı sistemi/hormonal sistem uzmanı) ve psikiyatristinin tavsiyesiyle birlikte, aile Brenda’ya gerçekleri açıklamıştır. Brenda, tekrar David adını almış, bir süre sonra da ameliyatla süreç tersine çevrilmiştir. Ayrıca 1990 yılında Jane Fontain ile evlenmiş, onun üç çocuğuna babalık yapmıştır.

Maalesef Reimer kardeşler için hayat mutlu bitmemiştir.
Money’nin terapi uygulamalarından kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilinmiyor ancak şizofreni hastası olan Brian, 2002′de aşırı dozda şizofreni ilacı alımı sebebiyle hayatını kaybetmiştir [11]. Ağabeyinin acısını yaşayan David, 2 Mayıs 2004′te bir de karısı Jane’in kendisinden boşanmak istediğini öğrenmiştir. 5 Mayıs 2004′te henüz 38 yaşındayken kendi kafasına kurşun sıkmak suretiyle intihar etmiştir [10],[11].

Brian’ın sahip olduğu şizofreninin ve David’in intiharının sebebinin kesin olarak Money’nin uygulamaları olduğu iddia edilemez. Her şeyden önce David, sünnet uygulaması sırasında cinsel organını kaybettiği için daha sekiz aylıkken ruh sağlığı açısından olası bir olumsuz geleceğe aday olmuştur. Ancak burada doktorun hastasını taraftarı olduğu bir teori uğruna denek olarak kullanması, David Reimer’ı yazımızın konusu haline getirmiştir.
Kaynaklar:
[1] Gretchen Reynolds, The Stuttering Doctor’s ‘Monster Study’ http://www.nytimes.com/2003/03/16/magazine/the-stuttering-doctor-s-monster-study.html
[2]* 10 Psychological Experiments That Went Horribly Wronghttp://brainz.org/10-psychological-experiments-went-horribly-wrong/
[3] Robert Goldfarb, ETICS, The Case Study from Fluency,http://www.nicholasjohnson.org/wjohnson/hsr/njhsr512.pdf
[4] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/Milgram_experiment
[5] Thomas Blass, Obedience to Authority. (Taylor & Francis, 2000)
[6] Ron Jones’un kendi kaleminden “The Third Wave”, http://libcom.org/history/the-third-wave-1967-account-ron-jones
[7] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/The_Third_Wave
[8] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/Stanford_prison_experiment
[9] Resim kaynağı: http://unknownmisandry.blogspot.fr/2012/07/gender-is-hoax.html
[10] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Reimer
[11] BBC yapımı olan ve David Reimer’ın hayatını konu alan bir belgesel bulunmaktadır:http://documentarystorm.com/dr-money-and-the-boy-with-no-penis/
[12] Resim kaynağı: http://www.manoneileen.com/2011/04/18/dyk-14-abu-ghraib-stanford-prison-experiment/
Devamını okumak için tıklayın...

6 Mart 2013 Çarşamba

Doğru Bilinen 10 Psikolojik Yanlış

   



     Amerikalı 4 profesör çıkardıkları yeni kitaplarıyla adlarından sıkça söz ettireceğe benziyorlar.

     ''Popüler Psikolojinin 50 Büyük Miti'' adlı kitap yaygın bir şekilde kabul edilmiş bulunan psikolojik yaklaşımların yanlış olduğunu söylüyor.

     Skeptical.com adlı internet sitesinin listelediği, günlük hayatımızda da sık sık başvurduğumuz 10 mit şöyle;






     Beynimizin Yalnızca %10'ununu Kullanıyoruz

     Beyinde sessiz bölge olarak anılan ve ortalama bir insan beyninin sadece %10'ununu kullanıyor cümlesine gerekçe olan kısım sanıldığı kadar büyük değil.

     Araştırmalar gösteriyorki sessiz kısım son derece küçük Ayrıca bilim adamları daha öncede konuşma ve duyma duyuları için çok önemli olan bir beyin bölgesine de ''sessiz bölge'' demişlerdi.

     Bunun bugün böyle olmadığı biliniyor.



     Öfkeyi içinde tutmaktansa ifade etmek daha doğrudur.

    Araştırmalar gösteriyorki öfkeden kurtulmak için bağırmak, duvarı ya da benzeri birşeyi yumruklamak öfkeyi azaltmıyor, aksine arttırıyor. Mesela Amerikan futbolu gibi sert sporlar oynayan sporcuların daha öfkeli olduğu tespit edildi.

     Öfkeyi açığa çıkarmak sadece sorunun kaynağına doğrudan çözüm getiren zamanlarda etkili oluyor. Onun dışında sizi daha da sinirlendirmekten başka bir işe yaramıyor.

     Düşük Seviyede Kendine Saygı Ana Psikolojik Sorunlardan Biridir

     Roy Baumeister ve arkadaşları yaptıkları taramalar sonucunda pek çok araştırmanın bu ifadeyi yanlışladığını buldular. Tespitlere göre kendine az saygısı olan bireylerin insanlar arası ilişkilerinde önemli bir probleme neden olmuyor.

     Alkol ve uyuşturucu kullanımıyla da çok az ilgisi bulunuyor. Ayrıca kendine saygının okul performansına olumlu bir şekilde yansıdığını tespit ettiler. Başarılı öğrencilerin kendilerine saygıları artıyor. En önemlisi kendine saygının düşük olmasının depresyonla yakından ilişkisi olmadığı görülüyor.


     İnsan Hafızası Video Kamera Gibi Çalışır

     İnsan hafızası önemli olayları fotoğraf makinası gibi kaydediyor. Fakat aradan geçen yıllar hatırlanan olaylarda eksikliklere neden oluyor. Yani video kamera gibi herşey aynı kalmıyor.

     Birçok psikolog insan beyninin ''yeniden üreten'' değil ''yeniden inşa eden'' olduğunda hemfikirdirler.

     Hipnoz Uyanıklık Durumundan Farklı ve Nadir Bir Trans Durumudur

     Araştırmalar gösteriyorki hipnozlu insanlar kendilerine söylenen emirlere direnebilir hatta karşı çıkabilir. Karakterlerinde olmayan şeyleri yapmayabilirler.

     Elde edilen verilere göre hipnozlu insanlar oldukça uyanık durumda. Hipnoz alınan cevapları arttırmayı sağlayan bir yöntemden başka birşey değil.




     Zıt Kutuplar Birbirini Çeker mi ?

     Kişiler arasındaki ilişkilerde ''uçlar'' birbirini çekmiyor. Onlarca araştırma ortaya koyuyorki, insanlar kendileriyle benzer karakterdeki insanlarla birlikte takılmayı tercih ediyor. Kendilerinden farklı eğilimleri olan insanlardan uzak duruyor.

     Doğru yaklaşım ''benzer uçlar, benzer uçları çeker'' şeklinde olmalı.


     Mozart Dinlemek Zihni Açar

     Avuturyalı besteci Wolfgang Amadeus Mozart'ın eserlerini dinlemek zekayı arttırmıyor.

     Mozart ya da Bach eserlerini dinleyenlerin test sonuçları hiçbirşey dinlemeyenlere göre daha iyi, ancak bu Mozart ile ilgili değil, bir uyarıcının olması kişiyi daha başarılı kılıyor.




     Yalan Makinası Doğru Sonuçlar Verir

     Filmlerde görmeye alıştığımız, insanların yalan söyleyip söylemediğini kalp atışlarından, vücut ısısından, terlemesinden ve bu gibi fizyolojik değişiklikleri izleyerek anlayan yalan makinası da şehir efsanesi çıktı.

     Yapılan araştırmalar, bu gibi fizyolojik etkilerin kişiden kişiye değiştiğini gösteriyor. Yani doğruyu söyleyen biride yalan makinasına oturduğunda heyecandan terleyebilir.

     Şizofrenler Çift Kişiliklidir

     Şizofrenlerin çift kişilik ya da bölünmüş kişilikli oldukları da tam bir efsane. İnsanlar şizofreni ile bölünmüş kişilik hastalıklarını karıştırıyorlar.

     Bölünmüş kişilik sahibi insanlar birden çok kişiliği içinde barındırıyor. Şizofrenler ise tek kişilik sahibi olmalarına rağmen, ruh durumları değişkendir. Bu sepeple iki hastalık birbirine karıştırılır.

    Dolunay suça eğilimi ve çıldırma vakalarını arttırır

     Latincesi ''luna'' olan ayın dolunay evresine geçmesinin, insanlarda çılgınlık yarattığı düşünülür. İngilizcede çılgınlık ya da delilik anlamına gelen sözcük ise ''lunatic''tir.Yani ay kelimesinden türetilmiştir.

     Konuyla alakalı popüler kültürde yer alan korku filmleri ve kitaplarda insanlarda bu görüşün yer etmesine neden olmuştur. Ancak, gerçekte dolunay ile delilik arasında hiçbir bağlantı yoktur.

Kaynak: Sabah

     
Devamını okumak için tıklayın...

3 Mart 2013 Pazar

Kadınlar Ne İster?

Sık sık sorulur kadınlar ne ister diye. Buyrun cevabı :)


Dış Görünüşün Çekicilikteki Etkisi üzerine çarpıcı bir çalışmayı sizlerle paylaşıyoruz.Kadın psikolojisine pasif bir sezgiyle yaklaşmak bakın nasıl farklılıklar ortaya çıkarmış.


Videoyu izledikten sonra düşüncelerinizi bizimle paylaşın :)


Devamını okumak için tıklayın...

1 Mart 2013 Cuma

İnönü PDR Blog Yrd. Doç. Dr. Baki Duy Röportajı

     1972 yılında Ankara'da doğan Yrd. Doç. Dr. Baki Duy, 1989 yılında girdiği Hacettepe Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünden 1993 yılında mezun oldu. Buradan mezun olduktan sonra ABD'de St. John's Üniversitesinde School Counseling (Okul Danışmanlığı) alanında yüksek lisans eğitimine başlayan Duy, 1996 yılında yüksek lisans eğitimini tamamladı. 
     2003 yılında Ankara Üniversitesi'nde Psikolojik Danışma ve Rehberlik alanında doktorasını tamamlayan Baki Duy 2004'ten beri Yrd. Doç. olarak çalışıyor. Röportajı yaptığımız hafta Malatya İnönü Üniversitesinden, Eskişehir Anadolu Üniversitesine geçen Duy, bu yoğun günlerinde bizi kırmadı ve keyifli bir röportaj gerçekleştirdik:



Öncelikle bu yoğun gidiş hazırlıklarınız arasında bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

     Rica ederim. Gitmeden son isteği de yerine getirelim.

İlk sorumuz hep sizin bizlere ilk sorduğunuz soru olan; neden PDR ?
 (gülüşmeler)

     Bilmeden Pdr diyeyim.Çünkü bizim zamanımızda sizin şuan sahip olduğunuz bir çok olanaktan yoksunduk. Sınav sistemi farklıydı. İnternet denilen bilgi deryası gibi bir araç yoktu. Sınav sistemi o zamanlar şöyleydi:  Sınav 2 aşamalıydı: 1. sınav eleme, 2. sınav ise yerleştirme. Tabi yerleşmeme ihtimaliniz de vardı. Siz sınava girmeden önce puanınızı tahmin edip önceden tercih yapacaktınız. Ben de öyle yaptım. Önceden tercihlerimi yaptım. Ve dediğim gibi mesleki yönlendirme konusunda en ufak bir yardım almadım. Okulumda zaten rehberlik servisi yoktu.

Yani Lisans Eğitiminiz Öncesinde Bölüm hakkında hiçbir fikriniz yoktu.

     Evet, öyle. Yani açık söylüyorum; PDR benim 13. tercihimdi. Tercih yaparken zaten buralara kadar gelmez diyordum. O zaman puanlama sistemi şimdikine benzer bir biçimde yapılıyordu. 6 alt puan vardı. Ve ben o zaman sadece puan türü uygun olduğu için yazmıştım. Hiçbir bilgim yoktu. Kazandığım zaman kocaman bir soru işareti oluştu. Bir boşluk vardı; ne yapacağım, ne okuyacağım diye.Tabi bir taraftan babam sevinmişti. "Oğlum bir de rehberlik kısmı var" dedi. Babam yabancı dile İngilizceye çok önem verirdi. "Acaba mütercimlik gibi bir şey mi?"  dedi. ''Yok baba'' dedim. ''Bunun içinde bir de psikoloji var. Psikolojik danışma falan diyor yani bilmiyorum ki nasıl bir şey.''

     Ama ne mutlu ki özellikle sınıflar geçtikçe, ilerledikçe tesadüfi seçtiğim bu bölümün benim için uygun olduğuna karar verdim. İlgilerime yeteneklerime uygun olduğumu düşündüm.

Lisans eğitiminiz sırasında gelecekle ilgili planlarınızı yapmış mıydınız?

     3. sınıftan itibaren yüksek lisans yapmaya karar verdim. Hatta biz 4. sınıfta o zamanlar diğer öğretmenlik programları gibi formasyon dersleri alıyorduk. Yani eğer Milli Eğitim de çalışmak istiyorsanız bu dersleri almanız gerekiyordu. Şimdiki gibi program içerisinde değildi. O nedenle ben eğitim derslerini almamıştım.
Ben yüksek lisans yapacağım, Akademisyenliği düşünüyorum demiştim. Nitekim de oldu, olmayabilirdi. Dedimya 3. sınıfta sadece niyetlenmiştim.

Neden akademisyenlik?

     Tam hatırlayamıyorum. Galiba daha iyi şeyler yapma düşüncesiydi. Alanda daha çok şey kazanma, kendimi donatma isteğim vardı. Lisans eğitimim yeterli gelmedi bana, daha fazlasını istedim.Ve sevdim. Akademisyenlik bana çok iyi geldi.

Sizce akademisyenliğin, okul rehber öğretmenliğine veya psikolojik danışmanlığa kıyasla ne gibi avantaj ve dezavantajları var?

     Alanda derinlemesine çalışma yapmak, sadece uygulamaya dönük şeyler değil. Özellikle araştırma bağlamında ilgimi çeken dikkatimi çeken konulara yönelmek. Ama ben o zamanlar araştırmadan çok bu alanda ilerlemeyi düşünüyordum.Ve gerçekten daha derinlemesine -psikolojik danışmanlık için olsun, rehberlik için olsun- bilgi edinme fırsatı sunuyor. Tabii araştırma yapma fırsatınız oluyor. Ancak Türkiye'deki akademisyenleri düşünürsek; ders yükümüz çok fazla, biliyorsunuz. Avupada ya da gelişmiş ülkelerdeki ders saatlerinin çok çok üstünde. O nedenle ister istemez uygulamacı yönünüz eksik kalıyor. Ben araştırma görevlisi olduğum dönemlerden itibaren - belki bir yarım dönem hariç- her dönem danışan aldım. Sürekli olarak uygulamacı tarafımı taze tutmaya çalıştım. Ama herkes bunu ne kadar yaptı, yapabildi bilemiyorum.

     Dezavantajları dediniz ya akademisyen olunca maalesef  şartlar sizi daha çok araştırmacı ve eğitmen olmaya zorluyor. Psikolojik danışmaya dair uygulamacı tarafınız sizin insiyatifinize kalıyor. Ben bu konuda insiyatif kullanmaya çalıştım. En son geçen sene 2 danışanım vardı, daha fazla almak isterdim ama gerçekten zorluyor. Bu nedenle bir çok kişiyi geri çevirmek durumunda kalıyorum. Bir çok arkadaşın yaptığı gibi.

Yurt dışında PDR eğitiminin Türkiye'ye göre farklı yönleri nelerdir?

     Birebir karşılığı yok. Amerika'da bildiğim kadarıyla Lisans düzeyinde eğitimi yok. Bir iki yerde birebiri olduğu söyleniyor ama zannetmiyorum. belki yakın diyebileceğimiz yerler olabilir. Açıkçası bize yakın programlar nerede var tam olarak bilemiyorum. Ama Amerika'da yüksek lisans ve doktora düzeyinde var.Batıyı biliyorum dersem çok doğru olmaz ama İngiltere'de yine yüksek lisans ve doktora olarak var.

     Bizim eğitim sistemimiz çok bize özgü. Lisans düzeyinde eğitim verilmesi son dönemlerde çok tartışılan bir konu. Yıldız Kuzgun hoca söylemişti galiba 2000'li yılların başında lisans eğitim programları yerine yüksek lisans olsa şeklinde birşey söylemişti. Ne kadar doğrudur bilmiyorum, çok emin değilim.Çünkü her ülkenin şartları kendine özgüdür. Bizimde gerçekten çok kendimize has bir psikolojik danışmanlık eğitimimiz var.

     Türkiye'de her ne kadar son yıllarda nüfus artış hızı azalsa da genç nüfusu karşılaştırdığımızda çok ciddi bir genç nüfus potansiyelimiz var. Ve bu da okullarda çok ciddi öğrenci sayılarına sebebiyet veriyor.
 Amerika konuşuluyor, tamam Amerikayı bir çok açıdan örnek alıyoruz. Türkiye'deki psikolojik danışmanlık alanındaki ilk uzmanlar da Amerika'daki ilk eğitimlerle buraya gelip mesleğin ilk mezunlarını vermeye çalışmışlar, eğitim programları uygulamışlar. Yani psikolojik danışmanlığın ilk doğuşundan itibaren Amerika'yı yol gösterici bir ülke olarak değerlendiriyoruz. Ancak Amerika'nın şartları farklı Amerika'da 4bin 5bin civarında üniversite var. Sadece 4 yıllık dersek binlerce ve Belki yüzlerce danışma programından bahsetmek mümkün. O nedenle yüksek lisans düzeyinde eğitim verelim demeye kalktığımızda korkarım biz bunun hakkını veremeyiz. Ki biz bu 4 yıllık lisans eğitimi ne kadar yeterli diye soruyoruz. Belki ileride şartlar daha iyi olduğu zaman.

     Avrupada dediğim gibi İngiltere' de olduğunu biliyorum. Diğer Avrupa ülkelerinde durum nedir açıkçası bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, duyuyorum: alandaki yerimizin nasıl olduğunu. Geçen yıl Amerikadayken -orada önemli bir kuruluş  var- tüm psikolojik danışmanların lisanslarını veren kuruluşun başkanıyla birlikteydik. Avrupayı'da, Afrika'yı da Güney Amerika'yı da görüyorlar. çünkü kuruluşun uluslararası bir ayağı da var. Ve şunu söylediler Türkiye bir çok açıdan Avrupanın bir çok ülkesinden, Güney Amerikadan ve tabiki Afrika ülkelerinden daha iyi bir yerde. Ama bu bizi rahatlatacak bir şey değil. Gidilecek daha çok yol var. Uzmanlık alanlarımızı geliştirmemiz gerekiyor.

Genel eğitim sistemimizde rehber öğretmenliğin/ psikolojik danışmanlığın önemi nedir?

     Tabi şöyle bir şey var. Günümüz dünyasında insanın olduğu her yerde her zaman için psikolojik hizmetlere ihtiyaç var. Çünkü insan davranışı bundan 100 yıl öncesine göre daha karmaşık hale gelmiş durumda. Ve tabiki karar verme sorunu bugün çok daha aşikar. Belki daha basit düzeyde olduğu için meslek seçimini düşünelim. Duygusal dünyamıza girmeden, daha önemli kararları bize bırakalım. Aslında meslek seçimi de çok önemli bir karar. Ama çok basit gibi görünen bir mesleki yönelim konusunda bile artık öyle bir çeşitlilik söz konusu ki insanın başı dönüyor.Bundan 30-40 yıl önce üniversite programlarını düşünün. Son sınıf öğrencisi o zamanki yaşantıları göz önüne alınırsa akıllarına gelebilecek meslek sayısı şimdikinin belki çeyreği belki de daha azıdır. O nedenle eğer insan varsa, kişiler arası ilişkiler varsa, sosyal ilişkiler varsa, orada her zaman için tabi ki psikolojik hizmetlere ihtiyaç olacak demektir.

     Okullamızda psikolojik hizmetler çok yaşamsal. Sadece bizde değil aslında dünyada da böyle. Nihayetinde insan dediğimiz varlık biyolojik özelliklere sahip. Bir anatomisi var. Belli bir işleyişe sahip düşünen bir varlık, bilgisayar gibi de değil ondan daha karmaşık. Ve duygu dünyası var. Bu duygu dünyasıyla ilgili olarak psikolojisi var. Etkileniyoruz, birçok şeyden etkileniyoruz...

PDR'nin yalnızca okullara rehber öğretmen sağlayan bir bölüm olarak algılanması doğru mu? Bu durum ileride değişebilir mi?

     Rehber öğretmen de demeyelim. Okul psikolojik danışmanı diyelim. Çünkü rehber öğretmen kadrosuna biliyorsunuz alanımızdan olmayan kişiler de atanıyor. O nedenle ben hep ayırma ihtiyacı hissediyorum. Daha dikkatli olmaya çalışıyorum. Okul psikolojik danışmanı demek daha doğru olur.

     Okullarda çok ihtiyaç var. Neye ihtiyaç var? dersek. Bir kere gelişimsel anlamda düşünürsek bireyler gerek gelişimleriyle ilgili gerek yaşadıkları sorunlarla ve alacakları kararlarla ilgili psikolojik desteğe her zaman ihtiyaç duyarlar. Çünkü anne baba bir yere kadar, öğretmen bir yere kadar. O nedenle çok elzem.

     Anne babalar çocuklarına nasıl davranacaklarını, gelişimlerine bağlı olarak meydana gelen sorunlarla ne yapacakları konusunda çok bilgi sahibi değiller. Öğretmenlerimiz de zaman zaman öğrenci davranışlarıyla nasıl başa çıkabilecekleri yada sınıflarıyla nasıl ilgilenecekleri gibi konularda psikolojik desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Bu açıdan baktığımızda gerçekten çok elzem. Ama belki şu soru önemli geliyor: "peki bu durum milli eğitim camiasında bu ne kadar görülüyor?"
 tabi rehber öğretmen tanımına bakarak çok doğru veya haklı bir değerlendirme olmayabilir ama buradan bakarsak çok da gereken önemi verdiklerini söylemeyebiliriz.  Ama zaman zaman derslerde de bahsediyoruz. bu durum devletin kadro stratejisiyle ilgili. Şuanda milli eğitimde 2 tür kadro var biri öğretmen diğeri hizmetli. bizleri de hizmetli kadrosunda alamayacakları için öğretmen kadrosunda çalıştırılıyoruz. 3. bir kadro yaratamıyorlar, yada yaratmak istemiyorlar. Daha doğrusu 3. bir kadro olarak uzman derlerse o zaman daha fazla ücretlendirme vs. devreye giriyor. Bu nedenle rehber öğretmen deme yoluna gidiliyor. Bazı yerlerde kullanılmıyor değil. Bu tanım sadece bizde kullanılan bir şey değil onu da söyleyelim.

     Doğru meslek tanımı tabiki "okul psikolojik danışmanı" dır. Eğer aile planlamasıyla ilgili bir yerde çalışıyorsanız; aile danışmanısınız demek daha doğru olacaktır. Aynı şekilde okulda çalışıyorsanız da okul psikolojik danışmanı demek daha doğrudur.

     Pratiğe, uygulamalara genel anlamda  baktığımızda açıkçası okuldaki psikolojik danışma hizmetlerinin yeterince önemsenmediğini yeterince karşılık görmediğini söyleyebiliriz.

Peki, ileride kadroyla ilgili bir sıkıntımız olur mu?

     Bunun kadroyla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Genel anlayışla ilgili olduğunu düşünüyorum. eğitime, öğrenciye bakışla ilgili. Maalesef ama maalesef bir çok öğretmenimiz, idarecimiz sorun olduğunda rehberlik servisini hatırlıyorlar. Çoğu zaman da rehberlik servisini bir tamir servisi olarak görüyorlar. Sorun yaşadıkalrı öğrencinin gönderildiği, onun bir şekilde ruh halinin tamir edildiği, davranışlarının onarıldığı bir onarım merkezi gibi görülüyor. Ama öyle değiliz tabi ki. Yani bu doğru bir anlayışın olmadığını da gösteriyor.

ve tabii yanlış beklentiler de....

     Genel olarak baktığımızda zaten çok beklentileri yok. Zaten eğitim camiasında okullardaki varlığımıza gerçek anlamda ne kadar ihtiyaç olduğu bir muamma. Fark edildiğimiz zamanda gerçekçi olmayan beklentilerle fark edilmişiz. Öğrencileri onardığımız, tamir ettiğimiz adeta bir psikoloji tamircisi olarak görüyorlar. tabiki bu yanlış. Ama bunun içerisinde şunu söylemek lazım. Gerçekten bireyi bir bütün olarak değerlendiren ve psikolojik desteğin çok önemli olduğunu gören kişiler de var. Bunu unutmamak lazım.
Şunu söylemekte fayda var. Öğretmenlik programlarında rehberlik derslerinin olması son derece önemli. Hep söylüyorum. Ben bu dersi verdiğim zaman ilk dersimde  neden öğretmen olacak kişilere bu dersin verildiğini sorgulatıyorum. Çünkü günümüz PDR anlayışında rehberlik servisinin tek başına çalışması diye bir şey söz konusu değil. Okulla birlikte diğer bileşenlerle, aileyle birlikte çalışmak durumunda. İşte biraz önce söylediğimiz yanlış anlayışların düzeltilmesi için doğru anlayışın, bakışın kazanılması gerekir. Psikolojik danışmanların öğretmenlerden ve idareden gereken desteği alması için bu dersler son derece önemli.

Üniversitelerdeki PDR eğitimini yeterli buluyor musunuz? Eksik yönleri nelerdir?

     Genel olarak söylersek bir uygulama yeterliliği konusunda sıkıntımız var. Bunun da 2 sebebi var. 1.öğrenci sayılarımızın çokluğu. 2.uygulamayı verebilecek yeterlilikte eğitim almış akademisyen yok, bu yetersiz bir kere. Yani açık söyleyeyim doğru düzgün bir süper vizyon almamış kişiler uygulama dersleri verebiliyor. Yeterlilik noktasında bunu hallettiğimizi düşünelim. Onu bir tarafa koyarsak, Danışma hizmetleri bağlamında yani, evet olabildiğince yeterli olduğumuzu düşünüyorum. Birde kendinizi düşünün arkadaşlar, öğrencilik yıllarında şöyle bir beklenti oluşuyor. Zannediyorlar ki öğrenci 4 yıl boyunca her duruma yönelik olarak olarak, ne yapacağı konusunda bir şeyler öğrensin. Bakın bu mümkün değil. Şöyle düşünün yani bir tıp öğrencisi yetişirken, öğrenciyken, tüm vakaları görebilir mi? Kardiyoloji servisindeyse tüm kardiyoloik vakaları görebilir mi?

     Üniversite düzeyinde verilen mesleki eğitimin ne olması gerektiğine baktığımızda amaç; temel bilgi ve becerileri kazandırıp olabildiğince bunu uygulamaya dönüşecek şekilde harmanlamasını sağlamaktır. Bu herşeye hazır hale geleceğiniz anlamına gelmez. Her duruma yönelik bir şey verilmesi söz konusu olamaz ama temel anlayışın kazanılması, temel bilgi ve becerilerin kazanılması söz konusudur.

     Tabi ki geliştirecek taraflarımız var. ona şüphe yok. Ve şunu da söylemekte fayda var olabildiğince yüksek lisans programlarımızın çok olmasında -ama tabiki yeterliliklerinin sağlanmasıyla birlikte- hem sayı olarak hem de farklı alanlarda bu hizmeti yetkin bir şekilde sunma bağlamında çeşitlendirilmesi de gerekiyor. Şunu söyleyebilirim: sizin kazandığınız beceriler sadece okulda görev yapmayla ilişkili değil. tabiki sınırlı hepsini veremeyiz ama temel düzeyde aile rehberliği, keza mesleki rehberlik çalışmaları yapıp bu dersleri de almaktasınız. Tabi arzu ettiğim şu, yüksek lisans düzeyinde programların çeşitlendirilmesiyle birlikte sizlerin kendinizi bu alanın belirli bir dalında geliştirmenizi sağlayacak çeşitliliğin olması. Bizim genel PDR programının yanına bir meslek danışmanlığı programının da eklenmesi çok elzem görünüyor. Çünkü meslekler dünyası çok gelişmiş durumda kariyer danışmanlığı çok önemli ve maalesef şu an kariyer danışmanlığı konusunda bizim alanımız dışında işletmeden, iktisattan, şurdan burdan bir sürü kişi var. Ordan burdan aldıkları insan kaynakları yönetimi vs sertifika programlarıyla kendilerini bu alanda yetkin görüyorlar.

     Aile-evlilik danışmanlığı, ruh sağlığı danışmanlığı, özel eğitime yönelik rehabilitasyon danışmanlığı,bağımlılık danışmanlığı gibi alanları ileride bekliyoruz. Ama şuan ki programa en kısa sürede Aile-evlilik danışmanlığı ve ruh sağlığı danışmanlığı eklenmelidir. ki yurt dışına giden öğrencilerimize de onları öneriniyorum. Önünüz çok açık olur, Türkiye'ye iyi şeyler kazandırırsınız diyorum.

İnönü PDR nin diğer üniversitelerin PDR bölümlerine göre konumu nedir?

     Açıkçası böyle bir kıyaslama yapmak çok zor. Ama bazı veriler yok mu, var. Yani onu söyleyelim. Şurda burda demek çok doğru olmaz. yani nasıl sınıflandırabiliriz bilmiyorum ama yeterlilik bakımından programları 1yetersiz,  2yeterli, 3oldukça yeterli, 4 çok yeterli olarak ayırırsak; -mevcut uygulamalara bakarak- İnönü PDR'yi 3 ile 4 arasında bir yerde görüyorum. Elbette mevcut parametleri dikkate alarak, olması gerekeni dikkate alarak değil. Eğer öğrenci sayımız böyle olmasaydı ve tabiki 2. öğretimimiz olmasaydı: Yani öğrenci sayımız 35-40larda kalsaydı. Rahatlıkla 4. grupta yer alabileceğimizi söylerdim. Şunu söyleyelim öncelikle uygulama derslerini çok önemsiyoruz. Ama maalesef bu önemsemeyi, titizliği söylediğim sebeplerden dolayı yeterince aktaramıyoruz. Özellikle uygulama alanındaki yetersizliklerimize rağmen bir çok programdan daha iyi durumda olduğumuzu söyleyebilirim. Ama daha fazlasını yapmak lazım, Aslında daha fazlasını da yapıyorduk. Öğrencimiz makul sayılardayken danışmanlık uygulamaları 2 dönem sürüyordu. Yani uygulama son sınıfta 1 yıla yayılıyordu. Tabi bu sadece bize kalmıyor. Yüksek öğretimdeki politikalara, eleman yetiştirme politikalarına çok bağlı.

Psikoloji PDR öğrencilerine önerileriniz nelerdir?

     Söylenecek şey çok tabi... Bir kere kesinlikle ve kesinlikle dersteki materyallerle, ders kitaplarıyla sınırlı kalmamanız gerekiyor. Herşeyi bizden ve dersten beklememeniz gerekiyor. Nihayetinde insanla çalışıyoruz. İnsanları da sadece derslerle anlamanız, onlara yardımcı olmanız yeterli olmayacaktır. İnsana dair, insan davranışlarına dair bakış açınızın gelişmesi çok önemli. Bu nedenle felsefe çok önemli. Felsefeye yönelik kitaplar okumanızı öneririm. Klasikler de bence insan davranışlarını anlama konusunda oldukça önemlidir. Onları da okumalısınız. Ve tabiki alanın duayenlerini, özellikle kendi yayınlarından okumalısınız. Bir çok kitap zaten Türkçeye çevrilmiş. Yani kuramları sadece kişilik kuramları kitabından değil Freud'un kendi yazısında okumak, düşüncelerini doğrudan okumaktan bahsediyorum.

     Ve tabi ki her fırsatta uygulamacı tarafınızı güçlendirmelisiniz. 4. sınıfa geldiklerinde öğrencilerimiz maalesef işin kolayına kaçmayı o an için daha iyi görüyorlar.Ne kadar az danışman o kadar az yük diye düşünüyorlar. genelde mırın kırınla başlanılır "ne kadar çok iş var." denilir. Evet, çok iş var. ama bitirirken o kadar çok iş yapmanın kendilerine kattıklarını görmenin mutluluğu olur. O nedenle dediğim gibi her fırsatta  uygulamacı tarafınızı güçlendirmelisiniz. Okullara gidiyorsunuz değil mi? Grup rehberliği çalışmaları yapacaksınız. Oradaki serviste insanlara yardımcı olacaksınız. Fazlasını yapmak için uğraşın. 4. sınıfa geldiğiniz de danışmanınız, süper vizörünüz size 2 danışan yeterli mi dedi. siz 3-4 danışan bulun. Çünkü bir çoğunuzun yüksek lisans yapmayacağı aşikar. O nedenle başınızda yönlendirebilecek bir otorite, uzman varken bence olabildiğince çok vaka görün. Bir ustanın yanında kırın dökün dökecekseniz. Çünkü sonra dökünce toparlamak zor. Bir danışman eşliğinde daha emin adımlarla gidersiniz. Toparlamanız daha mümkün olur.

     Kesinlikle özellikle Yüksek lisans ve doktora düşünen arkadaşlarım için kendilerini azımsamamalarını tembih etmek isterim. Sahip olduklarınız sizi çok iyi yerlere taşıyabilecek durumda. Kendi yeterliliklerimizi genelde azımsadığımızı görüyorum. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür misali öğrencilerde Boğaziçinden Egeden ne bileyim ordan burdan mezun olanların kendilerinden daha yetkin olduklarını düşünme eğilimi olabiliyor. Hayır neticesinde bu bir sınav. Bizim programlarımıza öyle puanlarla gelenler var ki istedikleri her yere gidebilirlerken çeşitlli sebeplerden dolayı burayı seçmişler. o bir tarafa yüksek lisans koşullarına baktığımız zaman sizin bu 4 yılda yaptıklarınızın etkisi en az. Mesela ALES en çok etkiye sahip. Sonra yurtdışı bursluluk sınavları var, kesinlikle tavsiye ediyorum. Çok büyük ağırlığı ALES. Yani neredeyse sadece ALES. Okul puanı sadece başvuru koşulu olarak var. Onun dışında tek başına ALES puanınıza bakıyorlar.

ALES'de kaç puanlarda söz ediyoruz?

     85'leri 87'leri geçmeniz gerek. Yani 90'lara yaklaşmanız lazım. Şöyle söyleyeyim. Giderek puanlar yükseliyor, sınava giren kişi sayısı arttıkça rekabet de artıyor. Dolayısıyla da puanlar yükseliyor. Bizim öğrencilerimizden benim bildiğim 92- 94 alanlar var.

     Yabancı dil ülkemizde özellikle yurtdışına gidecek olsanız da dil kursu olanakları devlet tarafından sağlanıyor. Ama niye daha iyi olmasın? Dil yeterliliğinizi geliştirmeniz çok önemli. Psikolojik danışma alanındaki lider ülke kim ne derse desin Amerika ve dili ingilizce. Bu nedenle yüksek lisans düzeyince çalışma yapabilmek için ingilizce alanında yeterliliğinizin olması gerekiyor. Dilinizi geliştirmek için biresel çalışmalar yapmanızı salık veririm. Kesinlikle ve kesinlikle olmaz demeyin. Siz çalışın, uğraşın. hedefleyin. Gerekenleri yaptığınız halde olmuyorsa çıtanızı bir birim aşağı düşürürsünüz. Nihayetinde sizlere ihtiyacımız var. Biliyorsunuz Türkiye'de son yıllarda istihdam şartlarının da iyi olmasının büyük etkisiyle PDR alanına ciddi bir ilgi var. Türkiye'de yaklaşık 2 yıl önceki çalışmalara göre 60'a yakın program var. Özel üniversiteleride sayarsak geçen 2 yıllık zamanda göz önüne alındığında rahatlıkla 60'ı geçmiştir diyebilirim. Tabi bu da başka bir sorun. Hormonlu gıdalar gibiyiz biraz. Kontrolsüz ve nitelikle ilgili sorunlarla beraber çoğalıyoruz. Hormonlu bir çileğin doğal bir çileğin tadını vermemesi gibi bu kadar çok sayıyla istendik mezunlar elde etmek mümkün değil gibi geliyor bana. O nedenle sizlere ihtiyacımız var diyorum. Alanda yetişmiş, Yeterliliği yüksek akademisyenlere ihtiyacımız var. Tabii bazı arkadaşlar lisans eğitimiyle yetinebilirler. Yani ben okulda çalışırım yeter bana diyebilirler. Ama özellikle daha fazlasını isteyen arkadaşlarımızın yollarında ilerlemelerini, kendilerini mesleki olduğu kadar ALES ve yabancı dil konusunda da geliştirmelerini öneriyorum.

Site projemiz hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?

     Takipçilerinizden gelecek destekler çok önemli. Sadece sizin götürmeye çalışmanız hem sizi yorar hem de yeterli olamayabilirsiniz. Onlara sormanız iyi bir seçenek olabilir. Ne görmek isterler? hangi alanlarda yardımcı olabilirler? Şunu göreceksiniz farkında olmadan birçok şey kazanacaksınız bu çalışmalarınızla. İyi bir şey yapıyorsunuz bence.

Bizim sorularımız bu kadar, zaman ayırdığınız için tekrar teşekkür ederiz.

     Rica ederim. Bende kolaylıklar dilerim sizlere.
Devamını okumak için tıklayın...