Pages

22 Mart 2013 Cuma

Sigmund Freud'un Hayatı Belgeseli

     Modern Psikoloji'de en sağlam ve güçlü etkiyi bırakmış olan isimlerden biri şüphesiz ki Sigmund Freud. Geliştirdiği Psikanaliz Yaklaşımla hem döneminde hem de bugün bu alanda en çok konuşulan isimlerden biri.

     Kuramında kendi yaşamından etkilenerek oluşturduğu birçok özellik olduğundan hayatı da bu konuda önem taşıyor.

     History Channel tarafından hazırlanan Sigmund Freud'un hayatı belgeseli;






Devamını okumak için tıklayın...

21 Mart 2013 Perşembe

FREUD Kilit Fikirler | Ruth Snowden

     Freud - Kilit Fikirler kitabı, yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden olan Sigmund Freud'un hayatını ve çalışmasını anlamak için gereken tüm bilgiyi gözlerinizin önüne seriyor.

     Net açıklamalar ve Freud'un vakalarından  seçilen gerçek hayat örnekleriyle kısa sürede, psikoseksüel gelişimden rüya analizine temel kavramlara dair sağlam bir kavrayış elde edeceksiniz.

     Bir Psikolojik Danışman tarafından yazılmış kitabın Türkçe çevirisi ise Psikiyatrist Uz. Dr. Ayten Dursun'a ait.
Devamını okumak için tıklayın...

20 Mart 2013 Çarşamba

Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Hakkında

     İnönü PDR Blog olarak internette üniversite adaylarının ilgi, beceri ve kişiliklerine uyan üniversite proğramlarını bulmalarını sağlayan bir internet platformu olan ParlakBirGelecek sitesi ile PDR alanında iş birliği içerisine giriyoruz.

     PDR öğrencileri olarak bölüme ve üniversitelerinizle ilgili görüşlerinizi bu bölümü düşünenlere yarar sağlaması açısından ParlakBirGelecek sitesinin ilgili sayfasına gönderebilir veya bölüm ile ilgili yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı bize iletmemiz için gönderebilirsiniz.


     Bu işbirliği çerçevesinde kendilerinin PDR bölümünün üniversite kontenjanları hakkında yaptıkları bir araştırmanın sonuçlarını biz de İnönü PDR Blog olarak paylaşalım istedik;


     Rehber Öğretmenler ve Psikolojik Danışmanlar bireylerin kendilerini tanımaları ve anlamaları, karşılaştıkları problemlere çözüm yolları bulmaları, gerçekçi kararlar almaları, çevreleriyle sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurmaları ve kapasitelerini en üst düzeye çıkarmaları konusunda büyük bir role sahipler.
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (PDR) bölümünü tercih etmek isteyen adayların tercih listelerini doğru hazırlamaları ve performanslarını değerlendirmeleri amacıyla Parlakbirgelecek.com, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık programlarının kontenjanını, kontenjan artışını ve rekabet oranlarını inceledi.
2008 ile 2012 yılları arasında Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık kontenjanları yıllık ortalama %25’lik bir büyüme gösterdi. 2008 yılında 2.196 olan toplam kontenjan, 2012 yılında 5.378’e yükseldi. Kontenjanın hızlı bir artış göstermesine rağmen 2008 ve 2012 yılları arasında PDR programları tamamen doldu. Türkiye’deki tüm lisans programlarının doluluk oranının %88 olduğu düşünüldüğünde, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık’ta rekabetin ne kadar yüksek olduğu fark ediliyor.

     2008 yılında toplam 46 program 87.259 defa tercih edilmişken, 2012 yılında 128 program 228.000’den fazla tercih aldı. Son 5 yıl değerlendirildiğinde bölümü tercih eden öğrenci sayısında her yıl yaklaşık %27’lik bir artış olduğu gözleniyor. Tercih artışının kontenjan artışından daha fazla olduğu göz önüne alındığında, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünde rekabetin yoğunluğunu gösteriyor. Son 5 yılda, her bir kontenjan için rekabet eden öğrenci sayısı 39 ile 77 arasında değişiyor. 2012 yılında ise her bir kontenjan için ortalama 44 adayın tercih yaptığı görülüyor.

     Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümüne kayıt yaptıran öğrencilerin en yüksek başarı sıralamaları incelendiğinde, 2008- 2012 yıllarında ilk altı bine giren öğrencilerin yer aldığı görülüyor. Bölüme kayıt yaptıran öğrencilerin en düşük başarı sıralamaları ise 351.000 ile 565.000 arasında değişiyor. 2012 yılında PDR taban puanları ise 240.180 ile 459.648 arasında değişiyor.

     Devlet ve vakıf üniversiteleri karşılaştırılarak değerlendirildiğinde, devlet üniversitelerinin 2008 yılında 1.900’e yakın olan kontenjanı, 2012 yılında 3.927’ye yükseldi ve vakıf üniversitelerinin 390’ın altında olan kontenjanı 2012 yılında 1.400’ün üstüne çıktı. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümü kontenjanlarının %73’ü devlet üniversitelerinde bulunuyor. Devlet üniversitelerinde PDR taban puanları 247.900 ile 459.648 arasında değişirken; vakıf üniversitelerinde PDR taban puanları 240.180 ile 433.239 arasında değişiyor.

     2012 senesine baktığımızda %100 burslu PDR taban puanları 386.335 ile 433.239 arasında değişiyor. %75 burslu PDR taban puanları aralığı 356.705 ile 407.576, %50 burslu programlarda taban puanlar 309.403 ile 423.800 arasında ve %25 burslu programlarda taban puanlar 316.955 ile 405.017 arasında değişiyor. Burssuz programlarda PDR taban puanları 240.180 ile 347.093 arasında gerçekleşti. Başarı sıralarına baktığımızda tam burs arayan adayların ilk 8 bine yerleşmesi gerekirken burssuz Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık programlarında başarı sıraları 91.600 ile 344.000 arasında geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

     PDR programı taban puanları ile ilgili daha detaylı bilgi almak ve tüm programların listesi için Parlakbirgelecek.com’da PDR Taban Puanları analizini okuyabilir; program ve kariyer seçeneklerini tanımak için Rehber Öğretmen profilini ve üniversite eğitimi hakkında daha detaylı bilgi edinmek  Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık  Ana Dalı profilini inceleyebilirsiniz.



Devamını okumak için tıklayın...

19 Mart 2013 Salı

Psikanalitik Terapi Örneği

     Bu haftanın teması olan ''Psikanalitik Yaklaşım'' üzerinden 100 yıl geçmiş olmasına rağmen psikolojinin en çok tartışılan kuramlarından olsa da birçok terapist tarafından kullanılan bir yöntem.

     Psikolojinin bu en popüler ve en zorlu alanı İnönü PDR Blog'un bu haftaki teması. Birçok terapist tarafından kullanılan yöntemin kitaplarda ayrıntılı birçok açıklamasını görsek de nasıl uygulandığını ve neleri içerdiğini ''görmenin'' daha etkili olacağını düşündük.

     1988 yılında Dr. Glenn Gabbard tarafından hazırlanmış bir psikanalitik yöntemle yapılan terapi mizansenini sizin için Türkçe'ye çevirdik. Videoda her ne kadar terapistin yaklaşımı hakkında fazla bilgi edinemiyor olsak da Psikanalizin genel hatları ve sürecin ne şekilde işlediğine dair bilgileri görmek mümkün.




Devamını okumak için tıklayın...

18 Mart 2013 Pazartesi

Deliliğin Tutkusu / Tutkunun Deliliği; Psikoz Sorununa Psikanalitik Yaklaşım

Bu haftanın teması olan psikanalitik yaklaşım üzerine paylaşımlarımıza bir kitap önerisiyle devam ediyoruz. 
Kitabın yazarı Prof. Dr. Elda Abrevaya önsözünde Şöyle söylüyor:

Bu araştırma 2000 yılında Porto Riko'da basılan kitabın (La Locura Conıo Pasiön) Türkçe çevirisine karşılık gelmektedir. Delilik sorunsalına olan ilgim, doktora tezimi Paris'te bir gündüz hastanesinde tedavi gören otistik ve psikotik çocuklar üzerinde yaptığım 70'li yıllara dayanmaktadır.

Ama bu çalışma asıl Porto Riko'da Ruh Sağlığı Merkezindeki pratiğimin yüreğinde doğmuş ve biçimlenmiştir. İspanyolca metnin birinci bölümünde XIX. yüzyılda Porto Riko'da deliliğin tarihini incelemiştim. Bir şekilde delilerin kapatıldığı ilk kurumlarla, benim daha sonra çalışacağım Ruh Sağlığı Merkezi arasındaki bağları sezinlemiştim. 

Yani acının, korku ve şiddetin egemen olduğu dünün psikiyatrik kurumlarıyla bugünküler arasında bir ilişki vardı. Nitekim kitabın son bölümünde sunduğum bayan Lucy vakasıyla da bu sürekliliği sağlamak istedim. 

Yalnız Türkçe metin, Porto Riko'da XIX. yüzyılda delilerin kapatıldığı kurumlara ilişkin birinci bölümü kapsamamaktadır. Bu bağlamda, ister Porto Riko'da, ister Türkiye'de olsun, zaman içinde delilik deneyimine eşlik eden karanlık belleği düşünebilmek için Foucault'nun şu sözlerine göz atmak yerinde olur: "Aklını yitirmişlik, halkların temel belleği ve onların geçmişe en büyük sadakatleri olacaktır; aklını yitirmişlik deneyiminde tarih sürekli çağdaş olacaktır".

Kitabımda geleneksel psikiyatrinin delilik sorunsalına yaklaşımına eleştirisel bir görüş geliştirmeye çalıştım. Psikiyatrik bakışın nesnesi olan semptomların engelini aşarak, delinin söyleminin temsil ettiği bilgiye erişmek istedim. Bunun için de psikanalitik kuramlara başvurdum.

İlginç bir anlatımı ve etkileyici konusuyla okunması gereken bu kitabın kısa tanıtımını yapacak olursak;

XIX. yüzyılda tecrit etme, sorgulama, duş cezaları, katı disiplin, çalışma yükümlülüğü, ödüllendirme gibi, tımarhanelerde yürütülen tüm teknikler, hekimi 'deliliğin mutlak efendisi' haline getirmişti. Gizlenen deliliği ortaya çıkaran, onu yenmeye çalışan, büyük bir ustalıkla tahrik ettikten sonra sakinleştirip yeniden onu konumlandıran hekimdi. Bu bağlamda deliliğin psikolojisi tımarhanede gelişmiştir.

Freud'un söylemiyle birlikte, deliliğin tarihinde o zamana değin gerçekleştirilen tedaviye ilişkin bir kırılma yaşanacaktır. Klasik çağdan itibaren akıl dünyasıyla delilik arasında kopan diyalog, psikanalizle yeniden kurulmuş olur.
Devamını okumak için tıklayın...

17 Mart 2013 Pazar

Şiddet Ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım

"Psikanalitik Kuram" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu metin "Hekime Şiddet Nereden Çıktı?" sorusuna cevap arayan Prof. Dr. Peykan Gökalp'e aittir.

Hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ülkemizde ve dünyada giderek tırmanmaktadır. Bu davranışlar, sözel tehdit ya da aşağılama, öldürmeye kadar gidebilen fiziksel saldırılar şeklinde görülmekte ve diğer iş yeri şiddet olgularına göre son birkaç yıla kadar çok düşük oranda bildirilmektedir(Gates 2004, Beech ve Leather 2006).

Bunun nedenleri arasında toplumlarda şiddet davranışı sıklığının artışı, sağlık sistemine ilişkin etmenler, ekonomik, sosyal ve politik süreçler yer almaktadır. Öte yandan sağlık çalışanına hasta ve/veya hasta yakınının sözel, fiziksel saldırısında saldırgan bireyin içsel yaşantılarının, aktarım dinamiklerinin ve “hasta” rolüne ilişkin ruhsal ihtiyaçlarının dikkate alınması vazgeçilmez öneme sahiptir (Özmen 2007). Bu sunumda hekime yönelik şiddet konusu psikanalitik yaklaşımla ele alınacaktır.

Aktarım, Freud ve Klein, Sandler, Glover gibi Freud’dan sonraki psikanalitik kuramcılar tarafından hastanın kendi geçmişindeki nesne ilişkileri içinde ortaya çıkan duygu, dürtü, savunma ve davranışların daha sonra analiz / psikoterapi/ tedavi ortamı ya da güncel ilişkilerde yeniden yaşantılanması olarak tanımlanmıştır. Tıbbi hastalığı olan kişiler önce başvurduğu doktora yönelik bir idealizasyon / yüceleştirme geliştirir. O kurum ya da doktor onun son çaresidir. Onu hastalıktan kurtaracak, hatta hasta yeniden doğmuş gibi olacaktır. Varoluşuna yönelik bir tehdit hisseden, sağlığını, belli organ ya da uzvunun iş göremeyeceğini hisseden birey bir “gerileme” yaşar. Kendini doktora ya da kuruma tam olarak teslim edebilir, ya da korku ve kaygılar içinde tedaviye uyum göster(e)mez, “iyi bakılmadığını”, doktorun onun “hastalığını anlamadığını” söylemeye başlar. Duygularında ambivalans belirgindir.

Türkülerimizde de;
“El vurup yaramı incitme tabip” ya da
“El çek tabip sinem üstünden
Sen benim derdimi bilebilmezsin
Yarem yürektendir, yoktur ilacın
Sen benim yaremi sarabilmezsin” denir.

Ayrıca ne doktorsuz kalalım, ne de muhtaç olalım” dilekleri eksik olmaz dillerden. Doktor hem gerektiğinde yanımızdan ayrılmayan, hem de hiç hastalanmayıp eline düşülmek istenmeyendir.

Hastalığı sırasındaki bu gerileme sürecinde erken bebeklikteki çevrenin / bakım verenin tam uyumunun olmadığı, doyum veren iyi memenin esirgendiği anlardaki umutsuzluk ve bütünlüğünün bozulması ile, ayrışmanın yarattığı anksiyete ve zulmedilme duygusunun etkisi altına girmektedir. Her şeye sahip anne/ annelik bakımı beklediği hekim ki o kendisinin sahip olmadığı şeylere sahiptir (sağlık, güç, saygınlık, servet!)  İşte bu hazinelere sahip anneye yönelttiği açgözlü öfke ve haset duyguları harekete geçmektedir. Bu yoğun duygular ise karşılığında sadistik bir öç alınacağı korkusuna yol açar. Muhtaç olmanın riskli olduğu kurtarıcı, rahatlatıcı.

Ataerkil tıp anlayışının egemen olduğu geçmiş dönemlerde toplumda sayıca az olan ve değerli olan hekim tüm güçlü baba imagosunu pekiştirerek hastanın ve hasta yakınının gerilemesini, çocuklaşmasını da pekiştirdi. Tümgüçlü, otoriter ve korkutucu baba imagosunu temsil eden hekimlere karşı rekabet ve pasif saldırganlık hisleri de harekete geçmekle birlikte eyleme dökülmesi için sağlık sisteminde hasta hekim ilişkisindeki devamlılık, sadakat, güven, birey olarak algılanma, empati gibi olumlu parametreleri altüst eden performans sistemi, merkezi randevu ile hastaya 10 dakikalık süre ayrılması sonucu, hasta hekim ilişkisi büyük darbe aldı; hekim idealleştirilmiş, tümgüçlü konumundan onuru zedelenerek indirildi. Hekimin beyaz önlüğünün dokunulmazlığı ortadan kalktı.

Hasta birey kendisini ruhsal ve bedensel olarak tehdit altında hissedebileceği gibi, ruhsal bir “gerileme” yaşamaktadır. Bu gerileme sürecinde erken bebeklik döneminden itibaren doyurulamamış olan ihtiyaçlarına ilişkin, yeterince doyum alamadığı ilk nesnesi anneye duyduğu öfke ve haset hekim veya hemşireye yansıtılır (Klein 1957).

O konumdayken beklentisi çevrenin ona tam uyum sağlamasıdır. Bir çeşit “annelik” işlevi beklenen acıları dindirip yatıştıran, bakım veren, iyileştiren antik çağlardaki şifa merkezleri gibi bugünün sağlık kurumlarına da mucizevi iyileştiricilik özellikleri atfedilmekte bu aktarımsal eğilimin tam karşılık bulmaması durumunda ortaya çıkan hayal kırıklığı, umutsuzluk bakımın kendinden esirgendiği duygusu yaratmaktadır. “Tam uyumun” sağlanamadığı durumlarda da ilkel savunma düzenekleri, idealleştirme, değersizleştirme, yansıtma, eyleme vurma devreye girmektedir.

Bugün toplumda gitgide artan ve daha çok kırılgan olanlara yöneltilmiş olan şiddet (kadın, çocuk, azınlık ya da öteki) neden gitgide artan şekilde doktora/sağlık çalışanlarına yöneldi. Neden bu kadar artan oranda bir başkasına şiddet uygulayacak kadar öfke, haset ve eyleme dökme yaşanıyor. Burada toplumda verimli bir toprağın var olduğunu söyleyebiliriz belki. Hekime yönelik şiddetin son halkası olan yaralama ve öldürmeyi de Winnicott’un 1945’te yayınlanan “Birincil Duygusal Gelişme” makalesine gönderme yaparak ele almak istiyorum. Acımasız dissosiyatif durumlar olarak tanımladığı duygu, dürtü ve davranışları Pediatri kökenli Wİnnicott şu şekilde tanımlar:

Küçük çocuk annesiyle oynarken onu incitecek davranışlarda bulunur, anne de bunu tolere eder. Bu uyum yaşanamaz, anne bu incinmelerle sarsılır ya da bebeği cezalandırırsa bebek acımasız kendiliğini saklar ve daha sonraki bir dezintegrasyon -bütünlüğün bozulması halinde (burada ciddi bir bedensel hastalık, yakının kaybı ya da kaybetme riski hatta sağlıkla ilgili bir talebin reddedilmesi söz konusu olabilir) disosiyasyonla tüm kendilik, itkilerinin etkisi altına girer; kontrolsüz ve kendi başına işleyen bir saldırganlık ortaya çıkar. Bu öç alma davranışı daha ilkel bir nesne ilişkisi dönemine aittir, yani dış gerçeklikle sahici bir ilintiden önceki döneme dair bir kırılmaya dayanır.

Bu ilişkide hekimin karşı aktarımından da söz etmek yerinde olur. Hastanın beklentileri, hastalığı, cinsiyeti, tutumu, yaşı ve diğer bazı özellikleri hekimde de tümgüçlü, kurtarıcı fantezileri harekete geçirebilir; ya da yetersizlik, öfke, yas tepkileri yaratabilir. Hekimin de bu duygularının farkına varması, duruma uygun ya da orantılı olmayan duygu, davranış ya da yoğun düşüncelerle karşı karşıya kaldığında bir ruh sağlığı uzmanına
danışması, karşı aktarımının farkına varması önemlidir.

1950’li yıllarda genel tıp, hekimlik uygulamaları, tıbbi hastalığı olan hastaların ele alınması konularında önemli çalışmaları olan ve Balint gruplarının yaratıcısı olan psikanalist Michael Balint hasta hekim ilişkilerinin dinamiğinde üç kavramdan söz eder:

“Temel kusur: Kristaldeki kusur gibi, ilk bakışta fark edilip bilinmeyen ama hem hekimde hem de hastada bulunan erken ruhsal yaşantılar sonucunda kişinin yaşam streslerine verdiği yanıtları tanımlar. Hastanın hastalık ve onun sonuçlarına verdiği tepki, inkar, hastalığa doğru kaçış, hastalıkla mücadele veya bunların arsında bir yerdeki davranışları gözlemlenebilir. Hekim de hastaya ve onun hastalığına karşı duygusal yalıtma, kaygı, çaresizlik ya da sakin bir tutum gösterebilir. Bu etkileşim hastanın sonraki yanıtını şekillendirir. Hekimin kendisinin bir ilaç/şifa olarak etkisi: varlığı, tutum ve davranışıyla, yarattığı güven ve süreklilikle bu etkiyi sağlayabilir, ya da sağlayamaz. Uygun dozda ve olumlu anlamdaki babasal tutum hastayı olumlu da etkileyebilir. Hekimin eğitici özelliği: hastalık sürecinde hekim ve hasta karşılıklı olarak birbirini eğitir. Eğer temel kusurları nedeniyle birbirleriyle yıkıcı ve kopma ve uzaklaşmaya yönelik aktarım, karşı aktarım oluşursa süreç kesintiye uğrar.”  Der Balint.

Arada şiddetten pek söz etmez o yıllarda. Hekime yönelik şiddeti önlemeye yönelik çalışmalar büyük önem taşımakla birlikte altta yatan ruhsal boyutu anlaşılmadan yapılabilecekler yetersiz kalabilir. Sonuçta hekim, hemşire ve hasta, hasta yakını arasındaki ilişki iş başında birebir bir ilişkidir ve düşmanca aktarım ve bundan doğan olumsuz karşı aktarım dinamiklerinin anlaşılıp çözümlenmesi tüm taraflar için vazgeçilmezdir.
Devamını okumak için tıklayın...

16 Mart 2013 Cumartesi

Yakın Tarihin En Büyük Kahramanı: Rachel A. Corrie



     İlk defa 3 yıl önce varlığından haberdar olduğum büyük bir kahraman Rachel Corrie. O günden beri girdiğim her arkadaş ortamında, akrabalarla olan sohbetlerde, konuların bitip konuşmaların tıkandığı anlarda anlatmaya başladığım ve beni tanıyan herkesin onu da tanıması, bilmesi gerekir diye düşündüğüm büyük kahramanım Rachel Corrie.

     Yaşamın temelini oluşturan birçok konuda bakış açımı değiştiren, bakış açıma bir milat kazandıran olay Rachel Corrie'nin hikayesinin hayatıma girmesidir. Rachel Corrie benim için adeta bir ''besmele'' halini aldı. Artık her yeni atıldığım ortamda, işte, çalışma da ilk emeğim kendisi hakkında olsun istiyorum. Bu blogunda besmelesi Rachel Corrie olsun. Ne kadar çok fazla yerde adı geçer, hikayesi ne kadar çok bilinirse insanlarında bakış açılarını o yönde değiştirip etkileyebilir diye düşünüyorum.
                 
     Rachel Corrie 1979 doğumlu bir aktivistti ve 2003 yılında bir buldozerin altında yaşamını yitirdi. Buraya kadar herşey 23 yaşında Amerikalı bir genç kızın dramatik ölümü gibi duruyor. Fakat olayın arkasında büyük bir insanlık dersi, büyük bir kahramanlık öyküsü var. Rachel Corrie henüz 23 yaşında iken Amerika'da Washington, Olympia'daki rahat yaşamını bırakıp, Uluslararası Dayanışma Hareketi adlı aktivistlerin oluşturduğu bir STK ile  Filistine gider. Aktivistler her zaman için benim sonsuz saygı duyduğum insanlardır. Fakat Rachel'ın henüz 23 yaşında hayatının en güzel yıllarında orta gelirli ve rahat bir aileye sahipken, dünyanın belkide en güvenli yeri Washington'da yaşarken, dünyanın belki de en güvensiz yeri Filistin'e gitmesi saygı duymaktan da öte anlatılması gereken bir davranış, bir cesarettir. 2003 yılının Ocak ayı evinden kalkıp binlerce km ötede bambaşka bir ırktan, bambaşka bir dinden, bambaşka kültürden insanlara, zulmün altında ezilen insanlara yardım etmek için Filistine gidiyor. Rachel Corrie'nin burada asıl amacı dünyanın ilgisini bölgeye çekmekti. İnsanların çok büyük bir çoğunluğunu izlediği TV haberleri, okudukları gazeteler, takip ettiği proğramlar biçimlendirir, fikirlerini ve hassasiyetlerini bu basın organları belirlerler. Bu yüzden Rachel'ın bu davranışındaki en temel nokta dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmekti. Burada diğer aktivist arkadaşlarıyla beraber eylemler düzenleyerek bu konuda çalışsalarda etkili olamadılar. Çünkü o insanları biçimlendiren medya herşeyi değil amacına hizmet edeni ekranlara, insanlara taşır. Filistinde bulunduğu süre içerisinde Filistinli çocuklara İngilizce öğretmeye çalıştı ve kendiside onlardan Arapça öğrenmeye çalıştı. Rachel'ın Arapça öğrenme isteği aslında burada daha sonra da vakit geçirebilmek bunu yalnızca bir yıllık bir serüvene bağlamadan sürekli hale getirmek isteğinden kaynaklanıyordu. Ailesine yazdığı e-maillerde de bunu sık sık anlatmıştı. Bu e-maillerde kendi hassasiyetinin ne kadar yüksek seviyede olduğunu, empati yeteneğinin ne kadar geliştiğini gösteren bir cümlesi vardır; '' Ben hala, Pat Benatar dinleyerek dans etmeyi ve erkek arkadaşlar bulmayı ve iş arkadaşlarımın karikatürlerini çizmeyi çok istiyorum. Fakat bunun sona ermesini de istiyorum. Hissettiğim şey güvensizlik ve korku. Hayal kırıklığı. Bunun dünyamızın esas gerçeği olması ve bizim, aslında, buna ortak olmamızdan dolayı hüsrana uğradım.''
                  
     Rachel Corrie Filistinde geçirdiği 3 aydan sonra 16 Mart 2003 günü İsrail devletinin sürekli olarak yaptığı saldırılardan biriyle karşılaştı. İsrail devletine ait bir bulldozer Filistinli bir ailenin evini yıkmak için eve geldiğinde Rachel Corrie'de orada bulunuyordu. Kendisinin Amerikan vatandaşı olmasına güvenmiş bulldozerin önüne geçerse bu yıkımı engelleyebileceğini düşünmüştü. Fakat atladığı bir şey vardıki o da ; ''Hem Amerikan hükümetleri hem de İsrail hükümetleri işin özünde konu kendi insanları dahi olsa önemsemezler, Amerikan hükümeti para babası siyonistlerin kıçlarını yalamakla, İsrail hükümetiyse kendi inançlarını insanların ölümleri pahasına uygulamayı tercih ederler.'' Rachel atlatıdığı bu nokta 16 Mart 2003 gününün kısa ama ilham verici ve anlamlı hayatının son günü olmasına neden olmuştu. O İsrail Bulldozer'i Sabbah'ın kendinden geçmiş askerleri gibi bir insanın ölümü pahasına olsa dahi verilen emri uyguladı. Rachel Corrie o gün o bulldozerin altında kalarak can verdi.
                   
     Günümüzde özellikle Türkiye'de insanların en çok arayış içinde oldukları şeylerde birisi de kendilerine örnek alacak bir rol modeldir. Herkes tarihsel bir karakteri veya bir siyasetçiyi kendisine rol model edinir, onun gibi düşünmeye çalışır, onun gibi davranır, hatta onun gibi giyinir. Fakat özellikle siyasetçiler zaten bulundukları pislik çukurunun içinde kendilerine dahi ''gerçek'' anlamda hayrı dokunmayacak insanlarken, onları örnek alanlarda aynı durumları daha küçük çapta da olsa yaşamaya mahkum olurlar. Fakat özellikle müslüman insanların yakın tarihten örnek almaları gereken yegane kişidir Rachel Corrie. Bütün ideolojilerden, din kaynaklı sanılan saçma batıl inançlardan kendisini arındırmış ve hiç bilmediği insanların yanına, hiç bilmediği biryere onların hakkını savunmak için gitmiştir.
                  
     Olurda yaratan cennetini nasip ederse orada görüşmek dileğiyle......

Bir blog yazısından alıntı...
Devamını okumak için tıklayın...