Pages

9 Aralık 2013 Pazartesi

Saklambaç Filmi ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu


TSSB ile ilgili detaylı bilgi için tıklayın.

Filmi izlemek için tıklayın.




Devamını okumak için tıklayın...

3 Aralık 2013 Salı

OECD Eğitim Raporu

Türkiye, OECD'nin raporuna göre eğitimde sonlarda



     OECD öğrenci performansı raporuna göre, Türkiye'deki öğrenciler 2003’ten bu yana ilerleme kaydetti
      OECD’nin (Ekonomik ve İşbirliği Kalkınma Örgütü) 65 ülkedeki öğrenci performanslarını değerlendirdiği Pisa (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) eğitim raporunun sonuncusu, Türkiye’nin listede son sıralarda yer aldığını, ancak 2003’ten bu yana ilerleme kaydettiğini ortaya koydu. Rapora göre Türkiye ortalama her yıl matematikte yüzde 3.2, okumada yüzde 4.1 ve bilimde yüzde 6.4 ilerleme kaydetmiş.
     2012 Pisa raporunda Türkiye 44. Sırada yer aldı.
     Raporda Brezilya ve Tunus’un yanında Türkiye’nin daha önce düşük verilere sahip olan ülkeler olarak büyük ilerleme gerçekleştirdiği belirtildi.
     Raporda Türkiye’nin 2003 yılında Pisa raporunda ilk kez yer aldığında matematik, okuma becerisi ve fen bilimleri konusunda OECD’nin en düşük verilerine sahip ülkelerinden olduğu ancak durumunun yıllar içinde iyiye gittiği belirtiliyor.
     Buna göre Türkiye ortalama her yıl matematikte yüzde 3.2, okumada yüzde 4.1 ve bilimde yüzde 6.4 ilerleme kaydetmiş.
     Rapora göre genel ortalama listesinin birinci sırasındaysa Şangay yer alıyor.
     Okumayla ilgili ilk onda sırasıyla Şangay, Hong Kong, Singapur, Japonya, Güney Kore, Finlandiya, İrlanda, Tayvan, Kanada, Polonya yer alıyor.
     Matematikte ilk on şöyle: Şangay, Singapur, Hong Kong, Tayvan, Güney Kore, Macau-Çin, Japonya, Lihtenştayn, İsviçre, Hollanda.
     Fen bilimlerinde de yine birinci sırada Şangay var. Şangay’ı şu ülkeler takip ediyor: Hong Kong, Singapur, Japonya, Finlandiya, Estonya, Güney Kore, Vietnam, Polonya, Kanada.

     '2003’te benzer sonuçlara sahip olup 2012’de gerisinde kaldığımız iki ülke var'


     PISA 2012 Raporu’nu değerlendiren Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Sinem Vatanartıran ve New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Selçuk Şirin, sıralamaların 2009 PISA sonuçlarıyla neredeyse birebir örtüştüğünü, genel ortalamada Türkiye’nin, her zaman olduğu gibi bu sene de OECD ülkelerinin ortalamasının altında kaldığını belirtiyor. Doç. Dr. Selçuk Şirin, Türkiye’nin 2003’ten bu yana genel ortalamasının yıllık yüzde 3 oranda arttığını ancak bu artışın öğrencilerin üst düzey matematiksel becerilerine yansımadığını ifade ediyor. Şirin; “2003’te benzer sonuçlara sahip olup 2012’de gerisinde kaldığımız iki ülke var: Uruguay ve Tayland. Ancak maalesef, 2003’te benzer sonuçlara sahip olup 2012’de önüne geçtiğimiz bir ülke yok” diyor.

     PISA 2012 matematik soruları


     Çok temel matematiksel işlemlerin ve sorgulamaların yapıldığını gösteren Seviye 1 ve Seviye 1 Altına giren öğrencilerimizin oranı, yüzde 42. OECD ortalaması ise yüzde 22. Yrd. Doç. Dr. Sinem Vatanartıran “Bizim öğrencilerimizin neredeyse yarısına yakını ancak temel matematiksel kavramları kolaylıkla kullanabildikleri sorularda daha başarılılar. Ancak daha karmaşık ilişkiler kurmaları gereken, daha üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmaları gereken sorularda, yani Seviye 5 ve Seviye 6’nın toplamında öğrencilerimizin sadece yüzde 5.9’u başarılı. Sadece Seviye 6’ya bakarsak, yüzde 1 gibi vahim bir oran çıkıyor karşımıza” diyor. Bu oran, benzeri şekilde PISA Okuma ve PISA Fen sonuçlarında da yüzde 5’in altında kalıyor. Yani PISA’nın tüm sınavlarında, Seviye 5 ve üstü başarı gösterebilen öğrencilerimizin oranı yüzde 5’in altında. Peki bu oran diğer ülkelerde nasıl? Şangay’daki öğrencilerin yüzde 30,8’i Seviye 6’da. Singapurlu öğrencilerin yüzde 20’si Seviye 6’da. Bizdeki durumun tam tersine, Şangay’da öğrencilerin yüzde 1’i Seviye 1 Altında. Öğrencilerimizin büyük çoğunluğu yani yüzde 67’si Seviye 1 Altı, Seviye 1 ve Seviye 2’de.

PISA 2012 okuma becerileri


     Okuma becerileri de aynen matematikte olduğu gibi seviyelere ayrılıyor. Burada seviyeler, 6, 5, 4, 3, 2, 1a, 1b ve 1b’nin Altı olarak 8 seviyeye ayrılıyor. Seviye 6, çok sayıda çıkarımın yapılması, detaylı mukayese ve karşılaştırmaların yapılması, birden fazla ve uzun metin arasında bağlantılar kurabilme gibi üst düzey okuma becerilerini içeriyor. Seviye 5 de aynı şekilde fakat daha kısa metinlerde bu becerilerin kullanımını içeriyor. OECD ortalaması, Seviye 5 ve Seviye 6’da bulunan toplam öğrenci yüzdesi, OECD ortalaması yüzde 6. Ancak bu oran Şangay’da yüzde 25, Singapur, Japonya, Hong Kong’da yüzde 15’in üstünde. Şangay’da öğrencilerin yüzde 77’si Seviye 3 ve üzerinde. Türkiye’de Seviye 6’da bulunan öğrenci yüzdesi neredeyse 0, çünkü %1’in altında. Seviye 5 ise yüzde 2’nin biraz üstünde. Türkiye’de öğrencilerin yüzde 30’u okuma becerilerinde Seviye 3’te, yüzde 30’u Seviye 2’de. Yüzde 22’si ise Seviye 1 ve altında. Türkiye gibi Seviye 5 ve 6’da yüzde 5’ten daha az öğrencisi olan ülkeler, Kolombiya, Arjantin, Endonezya, Katar, Peru, Ürdün, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri, Sırbistan gibi ülkeler.

PISA 2012 fen bilgisi sonuçları


     Fen alanında ise 6 farklı seviye var. Matematik ve Okuma oranlarında olduğu gibi, bu alanda da Türkiye’den sınava giren öğrencilerin çok küçük bir yüzdesi Seviye 5 ve 6’da. Seviye 6, yani üst düzey bilimsel düşünme becerilerine sahip öğrencilerin oranı yaklaşık yüzde 0. Bu durumda bulunan diğer ülkeler Arnavutluk, Malezya, Peru, Romanya, Tunus, Uruguay, Şili, Brezilya, Ürdün ve Endonezya. Şangay’da bu oran yüzde 4. Ancak Şangay’da Seviye 5 ve 6’nın toplam yüzdesi yüzde 25. Yaklaşık yüzde 30’u ise Seviye 4’te. Yani öğrencilerinin yüzde 60’a yakını, Seviye 4 ve üzerinde bilimsel becerilere sahip. Estonya 2. Sırada, yüzde 40’dan biraz fazlası Seviye 4 ve üstünde. Seviye 4 ve üstünün OECD ortalaması, yüzde 28. Ancak Türkiye’de Seviye 5 ve 6’nın toplamı yüzde 3. Seviye 4 ve üstü becerilere sahip öğrenci oranı OECD’nin de altında, yaklaşık yüzde 14. Türkiye’de öğrencilerin yüzde 24’ü en temel beceriler olan Seviye 1 ve Seviye 1 Altında. Öğrencilerin yüzde 60’ı Seviye 2 ve altında.

PISA ne işe yarar?


     PISA bireysel olarak öğrencileri yarıştırmaktan ziyade ülke eğitim sistemlerinin öğrencileri ne kadar iyi yetiştirdiğini ölçmek üzere geliştirilmiştir. Testler yalnızca bilgi düzeyini ölçmez aynı zamanda muhakeme, analiz ve sentez becerilerini de ölçer. PISA soruları gerçek yaşam koşullarından hareket eder ve ülkelerin insan gücü kalitesini ortaya koyar.

PISA Türkiye


     Türkiye 2003’ten beri düzenli olarak PISA’ya katılan ülkeler arasındadır. 2012 PISA sınavına TUİK NUTS1 sistemine göre 12 istatistik bölgesini temsil eden öğrenciler katılmıştır.

PISA nasıl ölçer?


     PISA soruları üniteye bağlı senaryolardan oluşmaktadır. Her bir ünitede metinler, şekiller, tablolar ve/veya grafiklerden oluşan ortak bir madde kökü ile ardından gelen metnin, şeklin, tablonun ya da grafiğin farklı yönleri ile ilgili maddeler bulunmaktadır.   Bu maddelerin yarısı ya tam çoktan seçmeli ya da yarı (“evet/hayır”, veya “katılıyorum/katılmıyorum”) çoktan seçmeli sorulardan oluşmaktadır. Kalan sorular ise, öğrencilerin kısa ya da uzun, kendi yanıtlarını oluşturmalarının istendiği açık uçlu maddelerdir. Puanlama uzman kişiler tarafından yapılmaktadır.
Devamını okumak için tıklayın...

Gia Filminden Borderline/Sınırda Kişilik Bozukluğu Örnekleri

   

     ''Gia'' adlı filmde Amerika’nın ilk top modeli olan Gia Marie Carangi’nin 17 yaşından başlayarak 1986 yılındaki ölümüne kadar geçen süredeki hayat hikayesi anlatılıyor. 


      Angelina Jolie'nin canlandırdığı Gia, Sınırda Kişilik Bozukluğunun birçok özelliğini taşıyor:



Devamını okumak için tıklayın...

12 Eylül 2013 Perşembe

PDR'de Alan Dışı Atama İstemiyoruz




     14 Eylül Cumartesi 21:00 de #pdryealandışınahayır hastagı altında twitterda buluşuyoruz. Not: Bu Büyük çapta Bir Ses olacak tüm kollektif gruplar ve twitter gündemindeki kişilerden destek alınarak yapıldı aynı zamanda Sayın Milletvekili UFUK URAS ve sanatçı LEVENT ÜZÜMCÜ de desteklerini sunacaktır.... twitter adresim: @isookten

      Biliyorsunuz ki geçen senelerde 80. maddeye dayanarak PDR ( Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) Bölümüne bizim bölümün eğitimini almadan sadece ikiaylık kurslar ile Felsefeciler ve Sosyologlar atandı şuanda da bizim yerimize özellerde çalıştıkları için iş imkanı bulamaz olduk ve evde elimde diploma ile oturuyorum yaptığım hiç bir şey yok bir de 60 Barajı getirildi bu yıl KPSS tarihinde ilk defa ona takıldı bir sürü öğrenci puanı 59.50 olan arkadaşlarım sıralamaya girmesine rağmen atanamadı. bu yıl da konuşuluyor 80.madde de değişiklik yapılıp yerimize milli eğitim de de öğretmenlik yapabilecekleri.Biz twitter da bir gündem oluşturup sessimizi duyurmak istiyoruz sizin desteklerinizi bekliyoruz...

Etkinlik Facebook Sayfası:  https://www.facebook.com/events/594656853910961/594764750566838/?comment_id=594765893900057&notif_t=event_mall_comment

Devamını okumak için tıklayın...

1 Haziran 2013 Cumartesi

Malatya Alan Dışı Atama Protestosu | 31 Mayıs 2013

İnönü Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü, MEB'in alan dışı atama ile ilgili düzenlemesini protesto etmek amacıyla 31 Mayıs 2013 günü Malatya İl Milli Eğitim Müdürlüğü önünde topladı.


Felsefe başta olmak üzere farklı alanlardan rehberlik öğretmeni ataması yapılmasına tepki içerikli dövizlerin açıldığı eylemde konuşan Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Yüksel Çırak, “alan dışı atama ayıbına son verilmesini istiyoruz” dedi.


Yrd. Doç. Dr. Çırak “Nasıl ki, bir veteriner hekimin Sağlık Bakanlığı tarafından Tıp Hekimi olarak görevlendirilmesi ne kadar akıl dışı ise, psikolojik danışma ve rehberlik alanına felsefe, sosyoloji mezunlarının  atanması da aynı düzeyde akla aykırı, keyfi ve anlaşılmaz bir uygulamadır” diye konuştu.




Devamını okumak için tıklayın...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Alan Dışı Atamalar Protestosu | Malatya

                                     


İnönü Üniversitesi öğrenci ve öğretim görevlileri Milli Eğitimin ''kurs'' ile felsefecilerin ''Okul Psikolojik Danışmanı'' olarak atanması kararını protesto etmek için 31 Mayıs Cuma günü saat 13.00'da Malatya İl Milli Eğitim Müdürlüğü önünde toplanıyor. 



Devamını okumak için tıklayın...

17 Mayıs 2013 Cuma

Tepkili Sınıflar ile Etkili Öğrenme

ABD'nin Maine Eyaletinde bulunan bir ilkokulda uygulanan Tepkili Sınıflar yönteminin uygulanışı ve okulun eyalet ortalamasına göre başarısının artışı gösteriliyor.

Her ne kadar Türkiye'de hem Milli Eğitim planına harfiyen uyma zorunluluğunun olması hem de kalabalık sınıflarda uygulamasının zor olması nedeniyle kullanışlı görünmese de çocukların daha iyi öğrenmelerini nasıl sağlayabilir ? sorusuna cevap bulmak adına güzel bir çalışma.


Devamını okumak için tıklayın...

5 Mayıs 2013 Pazar

Beyaz Zambaklar Ülkesinde | Grigory Petrov

     Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Kuzey Avrupa'nın Finlandiya gibi küçük ve geri kalmış bir ülkesinin eğitim ve kültür alanlarında nasıl kalkındığını anlatan büyük, toplumsal bir yapıttır.

     Fin halkı önceden nasıldı, sonradan ne duruma geldi ? Bunda okulun, büronun, dinin, kışlanın rolleri nedir ?

     Yazar Grigory Petrov'un da dediği gibi; bir ülkenin refahı, devletin sağlamlığı,ulusun onuru, yurttaşların istek ve kararlılığına bağlıdır. Petrov Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde bu ulusun nasıl oluştuğunu anlatıyor.

     Yayınlandığı ilk yıllarda Türkçe'ye de çevirilen kitap Atatürk tarafından da beğenilmiş ve askeri okullarda okutulması emrini vermişti.

     Her cümlesi altı çizilecek değerde olan ve mutlaka okunması gereken bir başyapıt.
Devamını okumak için tıklayın...

Eğlenceli Psikoloji | Ev Yapımı Klasik Koşullanma Deneyi


Devamını okumak için tıklayın...

28 Nisan 2013 Pazar

Bir Psikolojik Danışmana 250 Öğrenci Düşmeli

   
     Okullarda rehber öğretmen açığı gün geçtikçe artıyor. Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik mezunları bu açığı kapatamıyor. Okullardaki sosyal sorunlar ve şiddet olayları ne yazık ki tırmanıyor. 



Devamını okumak için tıklayın...

Dünden Bugüne İnönü Üniversitesi'nde PDR | Mustafa Kılıç

Prof. Dr. Mustafa Kılıç'ın, İnönü Üniversitesi PDR bölümünü, kurulduğu günden bugüne anlattığı video;


Devamını okumak için tıklayın...

14 Nisan 2013 Pazar

Süper Anne Sendromu


Sanayi devrimi ile dünyada, 19. Yüzyılın sonlarında da ülkemizde kadınların “ücretli işçi” ve 20.yüzyıl başlarında “devlet memuru” olarak kabul edilmesiyle kadının toplum içinde aldığı roller farklılaşmış, çoğalmıştır. Eskiden evinin düzeninden, çocuğunun iyi yetişmesinden veya günlük ev yaşamının sorunsuz yürümesinden sorumluyken şimdi birçok kadın çalışma hayatında da kendine bir yer bulmak, kariyer hedeflerini gerçekleştirmek için çabalamaktadır. Bu durum, kadınlara yeni özgürlük alanları getiriyor gibi görülse de birçok değişik cephede savaşmak bazen yorucu hatta tüketici olmaktadır. Hele kişilik yapısı, A tipi dediğimiz; coşkulu, değişik konuları merak eden, tez canlı, birçok şeyi aynı anda yapmak isteyen, mükemmeliyetçi ama çabuk sinirlenen biri ise beklentiler ve gereksinimler altında ezilmek kaçınılmaz olabilmektedir.

Bugün birçok kadın, gününün büyük bir kısmını iş yerinde çalışma arkadaşlarıyla mücadele edip, müdürüne/patronuna en iyi performansı sunup, koşarak eve gelip (hatta belki de önce markete uğrayıp ailesi için organik, faydalı, katkısız, bütçesine de uygun en iyi malzemeleri alıp), sofrayı hazırlayıp birkaç çeşit yemeği çocuklarına ve eşine servis yapıp, ortalığı toparlayıp, öğretmenden veya veli arkadaşlarından gün içinde aldığı direktiflerle çocuğunun en iyi ödev veya proje yapması için uğraşıyor.

Hayat bu en iyilerin peşinde koşarken önce kadınların kendilerini daha sonra da çevresindekileri yoruyor. Çünkü mükemmel anne olabilmek için harcanan fazladan çaba stresi arttırıyor ve hayat enerjilerini düşürüyor. Etrafındaki kişilere tahammülü giderek azalıyor, beklentileri ise giderek çoğalıyor. “Ben sizin için bunca şeyi yaparken sen nasıl bunu yapmazsın” cümleleri ile başlayan tartışmalar çözüme ulaşmadan bir kısır döngüye giriyor. Bütün bunların sonucunda da sık sık öfke patlamaları yaşayan, her daim bir şeylerin eksik kalmasından endişeli biri haline geliyorlar. Kısacası kadınlar, mükemmelin peşinden koşarken tükenmişlik sendromu yaşayıp, hayat kalitelerini düşürüyorlar.

Bütün bunları durdurmak ve yarından itibaren daha farklı bir hayatı yaşamak biraz çaba ile mümkün olabilir. İşte, bu konuda yararlı olabilecek birkaç öneri;

1. Denge kurun. Yapmak zorunda olduklarınızdan mutlaka bazıları daha öncelik sahibi veya vazgeçilmezdir. Bunları aksatmadan yaptığınız sürece, diğerlerinin tam istediğiniz gibi olmamasına aldırmayın.

2. Kendinizi başkalarıyla kıyaslamaktan kaçının. Başkalarının daha çok para kazanmasının, süper bir ev kadını veya çok anlayışlı bir anne olmasının sizin hayatınızda hiçbir değişiklik yapmayacağını unutmayın. Sizin yapabildiğiniz onca şeyin de çevrenizdekilerin hayatını nasıl kolaylaştırdığını fark edin.

3. Değişmesini istemediğiniz yönlerinizin listesini yapın. En az on tane madde bulmaya çalışın. Bulamıyorsanız ailenize kendinizle ilgili bu konuda sorular sorun. Birçok farklı yönünüzü duymak bakış açınızı değiştirebilir.

4. Çocuklarınızla, eve geldiğinizde ödev kontrolü haricinde bilgisayar, televizyon veya telefon olmadan ortalama yarım saat kaliteli zaman geçirin. Bu zaman içinde sizin de hoşunuza gidecek oyunlar üretin veya değişik malzemelerden sanat faaliyetleri yapın, evdeki artık malzemelerden kendi oyuncaklarınızı oluşturun. Böylece hem çocuğunuzla özel zaman geçirmiş hem de günün sıradan gidişatından bir mola çalmış olursunuz.

5. Kendinize nefes alacağınız özel zamanlar yaratın. Bu vakitlerde; hobilerinize de zaman ayırabilirsiniz arkadaşlarınızla da görüşebilirsiniz. Bunu ertelemeyin, sabote edilmesine izin vermeyin.

6. Son olarak, gerçek hayatın reklam filmlerindeki veya televizyon programlarındaki mükemmel anne-eş-çalışan kadınlarla dolu olmadığını bilin, kendinizi yapabildiklerinizle sevmeniz gerektiğini unutmayın. Her şeyin “daha iyisi” veya “daha fazlası” olabilir. Önemli olan, sizin “elinizden gelen” ile mutlu olabilmenizdir.

MERVE SOYSAL BAŞA, Uzman Klinik Psikolog 
  
Devamını okumak için tıklayın...

13 Nisan 2013 Cumartesi

Mükemmeliyetçiliğin Depresyonla Bağlantısı

Hemen hemen herkes, “her şeye sahip” –güç, prestij, hayranlık, sevgi dolu bir aile, pek çok arkadaş ve güvenli bir gelecek- gibi görünen birinin intihar ettiğine tanık olmuştur. Amerikan Psikologlar Birliğine bağlı (APA) Amerikan Psychologist dergisinde bu konuyla ilgili yazı yazan bir araştırmacı, bireyin çok yüksek başarılara ulaşmasını sağlayan özelliğinin –mükemmelliyetçiliğinin- kendi sonunu da hazırlayabileceğini söylemektedir.

Yale Üniversitesinden psikolog Sidney J. Blatt, “Mükemmelliyetçiliğin Yıkıcılığı: Depresyon Tedavisinde Dolaylı Anlatımlar” adlı makalesinde, araştırmacıların en az 3 tip mükemmelliyetçilik tanımladıklarına işaret etmiştir : başkalarına yönelik, kendine yönelik ve sosyal olarak belirli mükemmelliyetçilik.

Başkalarına yönelik mükemmelliyetçilik, başkalarına karşı aşırı ve gerçekçi olmayan standartlarda olan talepkarlıktır. Kendine yönelik mükemmelliyetçilik, “ kendine aşırı yüklenme, gerçekdışı standartlar ve kişinin kendisini karşı hata, kusur, yanlış kabul etmeyecek bir şekilde ince eleyip sık dokuması ve eleştiri yapmasıdır.” Sosyal olarak belirli mükemmelliyetçilik ise, “ başkalarının gerçekçi olmayan ve abartılı beklentiler içinde olduklarına ve kişinin kabul görebilmesi için de bunları yerine getirmesi gerektiğine dair inanca sahip olmasıdır”. Bu 3 tipten son ikisi, kendine yönelik ve sosyal olarak belirli mükemmelliyetçilik, depresyon ve intihar için daha büyük bir risk grubu oluşturmaktadır.

“Normal” mükemmeliyetçiliğin yani zahmetli bir çabadan sonra keyif duygusu yaşamanın, kişisel ve durumsal sınırlarının farkında olarak üstün olmaya çabalamanın, “nevrotik” mükemmeliyetçilikten, Dr. Blatt’a göre,yoğun bir şekilde başarısızlıktan uzak kalmak isteği ile belirgin, ayırt edilmesi gerekir. Nevrotik mükemmeliyetçilikte hiçbir şey yeterince iyi gözükmez ve birey genel anlamda iyi yapılmış bir işten ya da üstün bir performanstan tatmin olamaz. Derindeki aşağılık ve savunmasızlık duyguları bireyi, kendi kendisiyle aşırı uğraş verdiği, kendisine yenik düştüğü, her girişimin ve görevin bir meydan okumaya dönüştüğü bir çarkın içine sokar.

Dr. Blatt, mükemmelliyetçiliğin nasıl yıkıcı, uç bir noktaya varabildiğini gösteren bir örnek olarak Beyaz Saray önceki danışman yardımcısı Vinsent Foster’dan bahseder. Dr. Blatt, Foster’ın Washington’ a gelmeden önceki hayatını araştırmıştır: Foster’ın hayatı neredeyse aralıksız başarı ve sükselerle geçmiş; hukuk okulunu birincilikle bitirmiş, Arkansas sınavında en yüksek puanı almış, prejtijli bir hukuk firmasının ortağı olmuş, dengeli bir evlilik ve aileye sahip, pekçok arkadaşı olan, zengin biri.

Dr. Blatt, Foster’ın, yakın zamanda Beyaz Saray’da Clinton hükümetinde işler ters gitmeye başlayınca sorumluluk hissetmeye başladığını söylemektedir. Daha sonra, Foster’ın dürüstlüğü ve yeterliliği medya tarafından sorgulanmaya başlanmıştır ve her şeyden çok değer verdiği şerefinin kirlendiğini düşünen Foster, Temmuz 1993’te intihar etmiştir.

Dr. Blatt, araştırma sonuçlarının, aşırı mükemmelliyetçiğin, psikoterapi ve ilaçla yapılan kısa depresyon tedavilerini etkisiz kıldığına işaret ettiklerini söylemektedir. Ama aynı zamanda, veriler, bu tip bir bireyin uzun süreli yoğun terapilere uyum gösterebileceğini göstermektedir.

Devamını okumak için tıklayın...

7 Nisan 2013 Pazar

Dürüstlük mü Enayilik mi ?

     Gazetelerde okudum, (Hürriyet 26.2.2013; Taraf, 27.02.2013) bozuk paralarını biriktirdiği kavanozun içine nişan yüzüğünü koyup unutan genç kadın sokakta yaşayan bir evsize bozuk paraların tümünü verdikten bir gün sonra nişan yüzüğünü de paralarla birlikte verdiğinin farkına varıp telaşla ona gidip soruyor: “Nişan yüzüğüm sende mi?”

     Sokakta yaşayan Bill Ray Harris adındaki fakir gülümsüyor, cebinden çıkarıp yüzüğü kıza veriyor, bir yanlışlık olduğunun farkına vardım, diyor. Nişanlı kız, Sarah Darling, eşeğini kaybedip sonra bulan fakir gibi, mutluluktan uçuyor, gidip bütün bunları nişanlısına anlatıyor.

     ABD’nin Kansas kentinde oluyor bütün bunlar. Sarah ve nişanlısı, Bill Ray Harris’in fakir ama dürüst bir insan olduğunu anlıyorlar ve bu insana yardım etmek istiyorlar. Bir bağış sitesinde bu öyküyü anlatıp Bill Ray Harris için bir banka hesabı açıldığını duyuruyor ve bağış yapılmasını istiyorlar. Hürriyet’in haberine göre hesapta 105 bin dolar, Taraf’ın haberine göre dört haftada 145 bin dolar birikiyor.


     Hikaye burada bitti.

     Peki ben bunu niye yazdım? Bu öykünün bana düşündürdüklerini sizlerle paylaşmak için.

     İlk aklıma gelen şu; sokakta yaşayan Bill Ray Harris genç bayana, herhalde bir yanlışlık yaptınız, ben pırlanta yüzük falan görmedim, bana vermediniz, diye yalan söyleseydi, hukuken kadının yapabileceği hiçbir şey yoktu.

     Bill Ray Harris’in yaptığını salaklık, ahmaklık, enayilik, akılsızlık olarak değerlendirecek çevremde insanlar tanıyorum; çevremde halen yaşıyorlar. Böyle diyen insanlar kötü insanlar değiller, sadece kimsenin kimseyi umursamadığı, sevmediği, güvenmediği bir ortamda yetişmişler ve öyle bir ortamda yaşadıklarına inanıyorlar. Fakire yanlışlıkla verilen bir pırlanta yüzüğü geri vermeyi enayiliğin daniskası olarak görür ve bununla ilgili düşüncelerini haklı çıkaracak birçok mantıksal nedenler söyleyebilirler. Onda fazla, bende az, elime geçen fırsatı değerlendirmemek enayilik değil mi, şimdiye kadar herkes beni kazıkladı, dürüst insan olduğum için böyle yersiz yurtsuz kaldım, hayatın bana verdiği fırsatlardan yararlanmamak salaklıktır, vb.

     Hatırlıyorum, İstanbul’da yıllar önce elli yaşlarında bir taksi şoförü anlattı: akşam arabamda unutulmuş mücevher kutusunu ertesi sabah erkenden o eve götürdüm. Kapıyı çaldım, orta yaşlı adam kapıyı açtı, ne var, diye sordu. Beyefendi takside dün akşam bu kutuyu unuttunuz, dedim. Aldı, yüzüme baktı, oturduğun evin sahibi misin, diye sordu. Yok, kirada oturuyorum, dedim. Enayi, dedi, burada ki bir pırlanta yüzüğü satsan sana bir daire alırdı, şimdi benden bahşiş falan bekleme, benim senin gibi enayilere verilecek bahşişim yok. Şoför, beynimden kaynar sular döküldü, diyor. O adam beni dövse, bu kadar kötü hissetmezdim

     Peki, ne dedin, diye sordum. Ne diyeceğim, Allah’ından bul, dedim ve oradan ayrıldım, dedi.

     Şimdi diyeceksiniz ki, zaten zengin, böyle ahlaksız olduğu için zengin oluyor. Bursa’nın bir köyünde yetişmiş, şimdi eğitim alanında dershaneler zinciri olan, eğitim yayınları yapan dev bir kuruluşun başında olan saygı ve sevgi duyduğum bir insan var, kendisini yakın dost olarak bilirim.

     Bursa’da bir seminer sonrası, benim yapmam gereken iki dakikalık bir işim var, burada beni bekler misin, demiş, ben yanlış anlamışım, ‘iki dakika benimle gelir misin,’ diye duymuşum. Onunla birlikte yürüdüm, tereddüt etti, ama bana hayır diyemedi, yakındaki bir kahveye gittik, ayak işlerine bakan hafif zihnen özürlü birinin yanına gitti, ben yine aynı yanlış anlamanın içinde onunla birlikte gittim, benden biraz uzağa adamı çekerek, birisi bana bu zarfı verdi, ihtiyacı olan birisini görürsen ver, dedi diyerek onun eline şişkince bir zarf verdi. Adam, sağolsun, dedi ve zarfı doğal olarak aldı, cebine koydu, işine devam etti. Dostum bana biraz mahcup tavırla döndü ve, tamam Hocam haydi gidelim, dedi. O zaman baştan yanlış anladığımı ve onun beni başka bir yerde beklememi istediğini anladım. Veren elin görülmesini istemiyordu. Çok mahcup oldum, özür dahi dileyecek açıklığa kavuşturamadım; o öyle kaldı. Halen dostuz ve ölünceye kadar onun dostluğunu kaybetmek istemem.

     Demek istediğim, gerçekten varlıklı ve gerçekten dürüst, güvenilir insanlar tanıdım.

     Haberin düşündürdükleri bununla bitmiyor. Bu dürüst fakire yardım etmek isteyen genç kız ve nişanlısı var. Yardım etmek için niyet ediyorlar, planlıyorlar, sosyal medyayı kullanıyorlar. Dürüstlüğün ödüllendirilecek bir erdem olduğuna inandıkları için bir girişimde bulunuyorlar. Düşünüyorum, ben kendim böyle bir şeye girişir miydim, aklıma gelmezdi. Sanırım fakir adam Bill Harris’i bir lokantaya götürür, yemekten sonra da kendi kafama göre ‘önemli miktar’ dediğim bir para verirdim, teşekkür ederdim. Ama sosyal medyada paylaşmak ve bir banka hesabı açtırmak ve bu değeri paylaşan diğer inanların da ona yardım etmesini sağlamak aklımdan geçmezdi. Ne ilkokul, ne ortaokul, ne lise ne de üniversite eğitimimde girişimcilikle ilgili hiçbir ders yoktu ve böyle bir faaliyete sınıfça katılmamıştık. Okul dışında böyle bir örneği çevremde hiç gördüğümü hatırlamıyorum.

     Sarah ve nişanlısı üyesi oldukları bir topluma dürüst bir adama yardım etme fırsatı yarattılar. Dürüst bir insana yardım edebilme fırsatını yakalamanın hoş bir yanı vardır; binlerce kişi onar, beşer dolar yardım ederek bu duyguyu yaşama imkanı buldu.

     Türkiye’de böyle bir evsiz insan hikayesi duysam ve yardım için kampanya açılsa ben yardım etmem. Neden? Çünkü bunun perde arkasında bir bit yeniği olduğunu düşünürüm hemen ve ancak saf, enayilerin para vereceğini düşünürüm. Neden? Çünkü bunu hem ben hem de yakın çevremde insanlar birçok kez yaşadı da onun için. Burada kendi başımdan geçmiş birçok öykü geliyor aklıma. Anlatması çok yer alacak; gereği yok.

     Bütün bu anlattıklarım ile ne demek istiyorum?

     Büyük şehirlerde birbirine güvenmeyen, dürüstlüğü mış gibi yaşayan bir toplum olmaya yöneldiğimizi söylemek istiyorum. Ve bu içimi acıtıyor. Bu konunun anne ve babaları ilgilendiren bir yönü var; çocuk yetiştirmeyle ilgili bir yönü var. Öğretmenleri ve okul müdürlerini ilgilendiren bir yönü var. Anne ve babalar ve öğretmenler gönülden ilgilenmedikçe birbirine güvenen dürüst insanlar yetişmesinde devlet, hükümet pek etkili olamaz. Bunun böyle görülmemesi içimi acıtıyor.

     Doğan Cüceloğlu (01.04.2013)

Devamını okumak için tıklayın...

22 Mart 2013 Cuma

Sigmund Freud'un Hayatı Belgeseli

     Modern Psikoloji'de en sağlam ve güçlü etkiyi bırakmış olan isimlerden biri şüphesiz ki Sigmund Freud. Geliştirdiği Psikanaliz Yaklaşımla hem döneminde hem de bugün bu alanda en çok konuşulan isimlerden biri.

     Kuramında kendi yaşamından etkilenerek oluşturduğu birçok özellik olduğundan hayatı da bu konuda önem taşıyor.

     History Channel tarafından hazırlanan Sigmund Freud'un hayatı belgeseli;






Devamını okumak için tıklayın...

21 Mart 2013 Perşembe

FREUD Kilit Fikirler | Ruth Snowden

     Freud - Kilit Fikirler kitabı, yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden olan Sigmund Freud'un hayatını ve çalışmasını anlamak için gereken tüm bilgiyi gözlerinizin önüne seriyor.

     Net açıklamalar ve Freud'un vakalarından  seçilen gerçek hayat örnekleriyle kısa sürede, psikoseksüel gelişimden rüya analizine temel kavramlara dair sağlam bir kavrayış elde edeceksiniz.

     Bir Psikolojik Danışman tarafından yazılmış kitabın Türkçe çevirisi ise Psikiyatrist Uz. Dr. Ayten Dursun'a ait.
Devamını okumak için tıklayın...

20 Mart 2013 Çarşamba

Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Hakkında

     İnönü PDR Blog olarak internette üniversite adaylarının ilgi, beceri ve kişiliklerine uyan üniversite proğramlarını bulmalarını sağlayan bir internet platformu olan ParlakBirGelecek sitesi ile PDR alanında iş birliği içerisine giriyoruz.

     PDR öğrencileri olarak bölüme ve üniversitelerinizle ilgili görüşlerinizi bu bölümü düşünenlere yarar sağlaması açısından ParlakBirGelecek sitesinin ilgili sayfasına gönderebilir veya bölüm ile ilgili yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı bize iletmemiz için gönderebilirsiniz.


     Bu işbirliği çerçevesinde kendilerinin PDR bölümünün üniversite kontenjanları hakkında yaptıkları bir araştırmanın sonuçlarını biz de İnönü PDR Blog olarak paylaşalım istedik;


     Rehber Öğretmenler ve Psikolojik Danışmanlar bireylerin kendilerini tanımaları ve anlamaları, karşılaştıkları problemlere çözüm yolları bulmaları, gerçekçi kararlar almaları, çevreleriyle sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurmaları ve kapasitelerini en üst düzeye çıkarmaları konusunda büyük bir role sahipler.
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (PDR) bölümünü tercih etmek isteyen adayların tercih listelerini doğru hazırlamaları ve performanslarını değerlendirmeleri amacıyla Parlakbirgelecek.com, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık programlarının kontenjanını, kontenjan artışını ve rekabet oranlarını inceledi.
2008 ile 2012 yılları arasında Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık kontenjanları yıllık ortalama %25’lik bir büyüme gösterdi. 2008 yılında 2.196 olan toplam kontenjan, 2012 yılında 5.378’e yükseldi. Kontenjanın hızlı bir artış göstermesine rağmen 2008 ve 2012 yılları arasında PDR programları tamamen doldu. Türkiye’deki tüm lisans programlarının doluluk oranının %88 olduğu düşünüldüğünde, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık’ta rekabetin ne kadar yüksek olduğu fark ediliyor.

     2008 yılında toplam 46 program 87.259 defa tercih edilmişken, 2012 yılında 128 program 228.000’den fazla tercih aldı. Son 5 yıl değerlendirildiğinde bölümü tercih eden öğrenci sayısında her yıl yaklaşık %27’lik bir artış olduğu gözleniyor. Tercih artışının kontenjan artışından daha fazla olduğu göz önüne alındığında, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünde rekabetin yoğunluğunu gösteriyor. Son 5 yılda, her bir kontenjan için rekabet eden öğrenci sayısı 39 ile 77 arasında değişiyor. 2012 yılında ise her bir kontenjan için ortalama 44 adayın tercih yaptığı görülüyor.

     Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümüne kayıt yaptıran öğrencilerin en yüksek başarı sıralamaları incelendiğinde, 2008- 2012 yıllarında ilk altı bine giren öğrencilerin yer aldığı görülüyor. Bölüme kayıt yaptıran öğrencilerin en düşük başarı sıralamaları ise 351.000 ile 565.000 arasında değişiyor. 2012 yılında PDR taban puanları ise 240.180 ile 459.648 arasında değişiyor.

     Devlet ve vakıf üniversiteleri karşılaştırılarak değerlendirildiğinde, devlet üniversitelerinin 2008 yılında 1.900’e yakın olan kontenjanı, 2012 yılında 3.927’ye yükseldi ve vakıf üniversitelerinin 390’ın altında olan kontenjanı 2012 yılında 1.400’ün üstüne çıktı. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümü kontenjanlarının %73’ü devlet üniversitelerinde bulunuyor. Devlet üniversitelerinde PDR taban puanları 247.900 ile 459.648 arasında değişirken; vakıf üniversitelerinde PDR taban puanları 240.180 ile 433.239 arasında değişiyor.

     2012 senesine baktığımızda %100 burslu PDR taban puanları 386.335 ile 433.239 arasında değişiyor. %75 burslu PDR taban puanları aralığı 356.705 ile 407.576, %50 burslu programlarda taban puanlar 309.403 ile 423.800 arasında ve %25 burslu programlarda taban puanlar 316.955 ile 405.017 arasında değişiyor. Burssuz programlarda PDR taban puanları 240.180 ile 347.093 arasında gerçekleşti. Başarı sıralarına baktığımızda tam burs arayan adayların ilk 8 bine yerleşmesi gerekirken burssuz Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık programlarında başarı sıraları 91.600 ile 344.000 arasında geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

     PDR programı taban puanları ile ilgili daha detaylı bilgi almak ve tüm programların listesi için Parlakbirgelecek.com’da PDR Taban Puanları analizini okuyabilir; program ve kariyer seçeneklerini tanımak için Rehber Öğretmen profilini ve üniversite eğitimi hakkında daha detaylı bilgi edinmek  Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık  Ana Dalı profilini inceleyebilirsiniz.



Devamını okumak için tıklayın...

19 Mart 2013 Salı

Psikanalitik Terapi Örneği

     Bu haftanın teması olan ''Psikanalitik Yaklaşım'' üzerinden 100 yıl geçmiş olmasına rağmen psikolojinin en çok tartışılan kuramlarından olsa da birçok terapist tarafından kullanılan bir yöntem.

     Psikolojinin bu en popüler ve en zorlu alanı İnönü PDR Blog'un bu haftaki teması. Birçok terapist tarafından kullanılan yöntemin kitaplarda ayrıntılı birçok açıklamasını görsek de nasıl uygulandığını ve neleri içerdiğini ''görmenin'' daha etkili olacağını düşündük.

     1988 yılında Dr. Glenn Gabbard tarafından hazırlanmış bir psikanalitik yöntemle yapılan terapi mizansenini sizin için Türkçe'ye çevirdik. Videoda her ne kadar terapistin yaklaşımı hakkında fazla bilgi edinemiyor olsak da Psikanalizin genel hatları ve sürecin ne şekilde işlediğine dair bilgileri görmek mümkün.




Devamını okumak için tıklayın...

18 Mart 2013 Pazartesi

Deliliğin Tutkusu / Tutkunun Deliliği; Psikoz Sorununa Psikanalitik Yaklaşım

Bu haftanın teması olan psikanalitik yaklaşım üzerine paylaşımlarımıza bir kitap önerisiyle devam ediyoruz. 
Kitabın yazarı Prof. Dr. Elda Abrevaya önsözünde Şöyle söylüyor:

Bu araştırma 2000 yılında Porto Riko'da basılan kitabın (La Locura Conıo Pasiön) Türkçe çevirisine karşılık gelmektedir. Delilik sorunsalına olan ilgim, doktora tezimi Paris'te bir gündüz hastanesinde tedavi gören otistik ve psikotik çocuklar üzerinde yaptığım 70'li yıllara dayanmaktadır.

Ama bu çalışma asıl Porto Riko'da Ruh Sağlığı Merkezindeki pratiğimin yüreğinde doğmuş ve biçimlenmiştir. İspanyolca metnin birinci bölümünde XIX. yüzyılda Porto Riko'da deliliğin tarihini incelemiştim. Bir şekilde delilerin kapatıldığı ilk kurumlarla, benim daha sonra çalışacağım Ruh Sağlığı Merkezi arasındaki bağları sezinlemiştim. 

Yani acının, korku ve şiddetin egemen olduğu dünün psikiyatrik kurumlarıyla bugünküler arasında bir ilişki vardı. Nitekim kitabın son bölümünde sunduğum bayan Lucy vakasıyla da bu sürekliliği sağlamak istedim. 

Yalnız Türkçe metin, Porto Riko'da XIX. yüzyılda delilerin kapatıldığı kurumlara ilişkin birinci bölümü kapsamamaktadır. Bu bağlamda, ister Porto Riko'da, ister Türkiye'de olsun, zaman içinde delilik deneyimine eşlik eden karanlık belleği düşünebilmek için Foucault'nun şu sözlerine göz atmak yerinde olur: "Aklını yitirmişlik, halkların temel belleği ve onların geçmişe en büyük sadakatleri olacaktır; aklını yitirmişlik deneyiminde tarih sürekli çağdaş olacaktır".

Kitabımda geleneksel psikiyatrinin delilik sorunsalına yaklaşımına eleştirisel bir görüş geliştirmeye çalıştım. Psikiyatrik bakışın nesnesi olan semptomların engelini aşarak, delinin söyleminin temsil ettiği bilgiye erişmek istedim. Bunun için de psikanalitik kuramlara başvurdum.

İlginç bir anlatımı ve etkileyici konusuyla okunması gereken bu kitabın kısa tanıtımını yapacak olursak;

XIX. yüzyılda tecrit etme, sorgulama, duş cezaları, katı disiplin, çalışma yükümlülüğü, ödüllendirme gibi, tımarhanelerde yürütülen tüm teknikler, hekimi 'deliliğin mutlak efendisi' haline getirmişti. Gizlenen deliliği ortaya çıkaran, onu yenmeye çalışan, büyük bir ustalıkla tahrik ettikten sonra sakinleştirip yeniden onu konumlandıran hekimdi. Bu bağlamda deliliğin psikolojisi tımarhanede gelişmiştir.

Freud'un söylemiyle birlikte, deliliğin tarihinde o zamana değin gerçekleştirilen tedaviye ilişkin bir kırılma yaşanacaktır. Klasik çağdan itibaren akıl dünyasıyla delilik arasında kopan diyalog, psikanalizle yeniden kurulmuş olur.
Devamını okumak için tıklayın...

17 Mart 2013 Pazar

Şiddet Ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım

"Psikanalitik Kuram" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu metin "Hekime Şiddet Nereden Çıktı?" sorusuna cevap arayan Prof. Dr. Peykan Gökalp'e aittir.

Hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ülkemizde ve dünyada giderek tırmanmaktadır. Bu davranışlar, sözel tehdit ya da aşağılama, öldürmeye kadar gidebilen fiziksel saldırılar şeklinde görülmekte ve diğer iş yeri şiddet olgularına göre son birkaç yıla kadar çok düşük oranda bildirilmektedir(Gates 2004, Beech ve Leather 2006).

Bunun nedenleri arasında toplumlarda şiddet davranışı sıklığının artışı, sağlık sistemine ilişkin etmenler, ekonomik, sosyal ve politik süreçler yer almaktadır. Öte yandan sağlık çalışanına hasta ve/veya hasta yakınının sözel, fiziksel saldırısında saldırgan bireyin içsel yaşantılarının, aktarım dinamiklerinin ve “hasta” rolüne ilişkin ruhsal ihtiyaçlarının dikkate alınması vazgeçilmez öneme sahiptir (Özmen 2007). Bu sunumda hekime yönelik şiddet konusu psikanalitik yaklaşımla ele alınacaktır.

Aktarım, Freud ve Klein, Sandler, Glover gibi Freud’dan sonraki psikanalitik kuramcılar tarafından hastanın kendi geçmişindeki nesne ilişkileri içinde ortaya çıkan duygu, dürtü, savunma ve davranışların daha sonra analiz / psikoterapi/ tedavi ortamı ya da güncel ilişkilerde yeniden yaşantılanması olarak tanımlanmıştır. Tıbbi hastalığı olan kişiler önce başvurduğu doktora yönelik bir idealizasyon / yüceleştirme geliştirir. O kurum ya da doktor onun son çaresidir. Onu hastalıktan kurtaracak, hatta hasta yeniden doğmuş gibi olacaktır. Varoluşuna yönelik bir tehdit hisseden, sağlığını, belli organ ya da uzvunun iş göremeyeceğini hisseden birey bir “gerileme” yaşar. Kendini doktora ya da kuruma tam olarak teslim edebilir, ya da korku ve kaygılar içinde tedaviye uyum göster(e)mez, “iyi bakılmadığını”, doktorun onun “hastalığını anlamadığını” söylemeye başlar. Duygularında ambivalans belirgindir.

Türkülerimizde de;
“El vurup yaramı incitme tabip” ya da
“El çek tabip sinem üstünden
Sen benim derdimi bilebilmezsin
Yarem yürektendir, yoktur ilacın
Sen benim yaremi sarabilmezsin” denir.

Ayrıca ne doktorsuz kalalım, ne de muhtaç olalım” dilekleri eksik olmaz dillerden. Doktor hem gerektiğinde yanımızdan ayrılmayan, hem de hiç hastalanmayıp eline düşülmek istenmeyendir.

Hastalığı sırasındaki bu gerileme sürecinde erken bebeklikteki çevrenin / bakım verenin tam uyumunun olmadığı, doyum veren iyi memenin esirgendiği anlardaki umutsuzluk ve bütünlüğünün bozulması ile, ayrışmanın yarattığı anksiyete ve zulmedilme duygusunun etkisi altına girmektedir. Her şeye sahip anne/ annelik bakımı beklediği hekim ki o kendisinin sahip olmadığı şeylere sahiptir (sağlık, güç, saygınlık, servet!)  İşte bu hazinelere sahip anneye yönelttiği açgözlü öfke ve haset duyguları harekete geçmektedir. Bu yoğun duygular ise karşılığında sadistik bir öç alınacağı korkusuna yol açar. Muhtaç olmanın riskli olduğu kurtarıcı, rahatlatıcı.

Ataerkil tıp anlayışının egemen olduğu geçmiş dönemlerde toplumda sayıca az olan ve değerli olan hekim tüm güçlü baba imagosunu pekiştirerek hastanın ve hasta yakınının gerilemesini, çocuklaşmasını da pekiştirdi. Tümgüçlü, otoriter ve korkutucu baba imagosunu temsil eden hekimlere karşı rekabet ve pasif saldırganlık hisleri de harekete geçmekle birlikte eyleme dökülmesi için sağlık sisteminde hasta hekim ilişkisindeki devamlılık, sadakat, güven, birey olarak algılanma, empati gibi olumlu parametreleri altüst eden performans sistemi, merkezi randevu ile hastaya 10 dakikalık süre ayrılması sonucu, hasta hekim ilişkisi büyük darbe aldı; hekim idealleştirilmiş, tümgüçlü konumundan onuru zedelenerek indirildi. Hekimin beyaz önlüğünün dokunulmazlığı ortadan kalktı.

Hasta birey kendisini ruhsal ve bedensel olarak tehdit altında hissedebileceği gibi, ruhsal bir “gerileme” yaşamaktadır. Bu gerileme sürecinde erken bebeklik döneminden itibaren doyurulamamış olan ihtiyaçlarına ilişkin, yeterince doyum alamadığı ilk nesnesi anneye duyduğu öfke ve haset hekim veya hemşireye yansıtılır (Klein 1957).

O konumdayken beklentisi çevrenin ona tam uyum sağlamasıdır. Bir çeşit “annelik” işlevi beklenen acıları dindirip yatıştıran, bakım veren, iyileştiren antik çağlardaki şifa merkezleri gibi bugünün sağlık kurumlarına da mucizevi iyileştiricilik özellikleri atfedilmekte bu aktarımsal eğilimin tam karşılık bulmaması durumunda ortaya çıkan hayal kırıklığı, umutsuzluk bakımın kendinden esirgendiği duygusu yaratmaktadır. “Tam uyumun” sağlanamadığı durumlarda da ilkel savunma düzenekleri, idealleştirme, değersizleştirme, yansıtma, eyleme vurma devreye girmektedir.

Bugün toplumda gitgide artan ve daha çok kırılgan olanlara yöneltilmiş olan şiddet (kadın, çocuk, azınlık ya da öteki) neden gitgide artan şekilde doktora/sağlık çalışanlarına yöneldi. Neden bu kadar artan oranda bir başkasına şiddet uygulayacak kadar öfke, haset ve eyleme dökme yaşanıyor. Burada toplumda verimli bir toprağın var olduğunu söyleyebiliriz belki. Hekime yönelik şiddetin son halkası olan yaralama ve öldürmeyi de Winnicott’un 1945’te yayınlanan “Birincil Duygusal Gelişme” makalesine gönderme yaparak ele almak istiyorum. Acımasız dissosiyatif durumlar olarak tanımladığı duygu, dürtü ve davranışları Pediatri kökenli Wİnnicott şu şekilde tanımlar:

Küçük çocuk annesiyle oynarken onu incitecek davranışlarda bulunur, anne de bunu tolere eder. Bu uyum yaşanamaz, anne bu incinmelerle sarsılır ya da bebeği cezalandırırsa bebek acımasız kendiliğini saklar ve daha sonraki bir dezintegrasyon -bütünlüğün bozulması halinde (burada ciddi bir bedensel hastalık, yakının kaybı ya da kaybetme riski hatta sağlıkla ilgili bir talebin reddedilmesi söz konusu olabilir) disosiyasyonla tüm kendilik, itkilerinin etkisi altına girer; kontrolsüz ve kendi başına işleyen bir saldırganlık ortaya çıkar. Bu öç alma davranışı daha ilkel bir nesne ilişkisi dönemine aittir, yani dış gerçeklikle sahici bir ilintiden önceki döneme dair bir kırılmaya dayanır.

Bu ilişkide hekimin karşı aktarımından da söz etmek yerinde olur. Hastanın beklentileri, hastalığı, cinsiyeti, tutumu, yaşı ve diğer bazı özellikleri hekimde de tümgüçlü, kurtarıcı fantezileri harekete geçirebilir; ya da yetersizlik, öfke, yas tepkileri yaratabilir. Hekimin de bu duygularının farkına varması, duruma uygun ya da orantılı olmayan duygu, davranış ya da yoğun düşüncelerle karşı karşıya kaldığında bir ruh sağlığı uzmanına
danışması, karşı aktarımının farkına varması önemlidir.

1950’li yıllarda genel tıp, hekimlik uygulamaları, tıbbi hastalığı olan hastaların ele alınması konularında önemli çalışmaları olan ve Balint gruplarının yaratıcısı olan psikanalist Michael Balint hasta hekim ilişkilerinin dinamiğinde üç kavramdan söz eder:

“Temel kusur: Kristaldeki kusur gibi, ilk bakışta fark edilip bilinmeyen ama hem hekimde hem de hastada bulunan erken ruhsal yaşantılar sonucunda kişinin yaşam streslerine verdiği yanıtları tanımlar. Hastanın hastalık ve onun sonuçlarına verdiği tepki, inkar, hastalığa doğru kaçış, hastalıkla mücadele veya bunların arsında bir yerdeki davranışları gözlemlenebilir. Hekim de hastaya ve onun hastalığına karşı duygusal yalıtma, kaygı, çaresizlik ya da sakin bir tutum gösterebilir. Bu etkileşim hastanın sonraki yanıtını şekillendirir. Hekimin kendisinin bir ilaç/şifa olarak etkisi: varlığı, tutum ve davranışıyla, yarattığı güven ve süreklilikle bu etkiyi sağlayabilir, ya da sağlayamaz. Uygun dozda ve olumlu anlamdaki babasal tutum hastayı olumlu da etkileyebilir. Hekimin eğitici özelliği: hastalık sürecinde hekim ve hasta karşılıklı olarak birbirini eğitir. Eğer temel kusurları nedeniyle birbirleriyle yıkıcı ve kopma ve uzaklaşmaya yönelik aktarım, karşı aktarım oluşursa süreç kesintiye uğrar.”  Der Balint.

Arada şiddetten pek söz etmez o yıllarda. Hekime yönelik şiddeti önlemeye yönelik çalışmalar büyük önem taşımakla birlikte altta yatan ruhsal boyutu anlaşılmadan yapılabilecekler yetersiz kalabilir. Sonuçta hekim, hemşire ve hasta, hasta yakını arasındaki ilişki iş başında birebir bir ilişkidir ve düşmanca aktarım ve bundan doğan olumsuz karşı aktarım dinamiklerinin anlaşılıp çözümlenmesi tüm taraflar için vazgeçilmezdir.
Devamını okumak için tıklayın...

16 Mart 2013 Cumartesi

Yakın Tarihin En Büyük Kahramanı: Rachel A. Corrie



     İlk defa 3 yıl önce varlığından haberdar olduğum büyük bir kahraman Rachel Corrie. O günden beri girdiğim her arkadaş ortamında, akrabalarla olan sohbetlerde, konuların bitip konuşmaların tıkandığı anlarda anlatmaya başladığım ve beni tanıyan herkesin onu da tanıması, bilmesi gerekir diye düşündüğüm büyük kahramanım Rachel Corrie.

     Yaşamın temelini oluşturan birçok konuda bakış açımı değiştiren, bakış açıma bir milat kazandıran olay Rachel Corrie'nin hikayesinin hayatıma girmesidir. Rachel Corrie benim için adeta bir ''besmele'' halini aldı. Artık her yeni atıldığım ortamda, işte, çalışma da ilk emeğim kendisi hakkında olsun istiyorum. Bu blogunda besmelesi Rachel Corrie olsun. Ne kadar çok fazla yerde adı geçer, hikayesi ne kadar çok bilinirse insanlarında bakış açılarını o yönde değiştirip etkileyebilir diye düşünüyorum.
                 
     Rachel Corrie 1979 doğumlu bir aktivistti ve 2003 yılında bir buldozerin altında yaşamını yitirdi. Buraya kadar herşey 23 yaşında Amerikalı bir genç kızın dramatik ölümü gibi duruyor. Fakat olayın arkasında büyük bir insanlık dersi, büyük bir kahramanlık öyküsü var. Rachel Corrie henüz 23 yaşında iken Amerika'da Washington, Olympia'daki rahat yaşamını bırakıp, Uluslararası Dayanışma Hareketi adlı aktivistlerin oluşturduğu bir STK ile  Filistine gider. Aktivistler her zaman için benim sonsuz saygı duyduğum insanlardır. Fakat Rachel'ın henüz 23 yaşında hayatının en güzel yıllarında orta gelirli ve rahat bir aileye sahipken, dünyanın belkide en güvenli yeri Washington'da yaşarken, dünyanın belki de en güvensiz yeri Filistin'e gitmesi saygı duymaktan da öte anlatılması gereken bir davranış, bir cesarettir. 2003 yılının Ocak ayı evinden kalkıp binlerce km ötede bambaşka bir ırktan, bambaşka bir dinden, bambaşka kültürden insanlara, zulmün altında ezilen insanlara yardım etmek için Filistine gidiyor. Rachel Corrie'nin burada asıl amacı dünyanın ilgisini bölgeye çekmekti. İnsanların çok büyük bir çoğunluğunu izlediği TV haberleri, okudukları gazeteler, takip ettiği proğramlar biçimlendirir, fikirlerini ve hassasiyetlerini bu basın organları belirlerler. Bu yüzden Rachel'ın bu davranışındaki en temel nokta dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmekti. Burada diğer aktivist arkadaşlarıyla beraber eylemler düzenleyerek bu konuda çalışsalarda etkili olamadılar. Çünkü o insanları biçimlendiren medya herşeyi değil amacına hizmet edeni ekranlara, insanlara taşır. Filistinde bulunduğu süre içerisinde Filistinli çocuklara İngilizce öğretmeye çalıştı ve kendiside onlardan Arapça öğrenmeye çalıştı. Rachel'ın Arapça öğrenme isteği aslında burada daha sonra da vakit geçirebilmek bunu yalnızca bir yıllık bir serüvene bağlamadan sürekli hale getirmek isteğinden kaynaklanıyordu. Ailesine yazdığı e-maillerde de bunu sık sık anlatmıştı. Bu e-maillerde kendi hassasiyetinin ne kadar yüksek seviyede olduğunu, empati yeteneğinin ne kadar geliştiğini gösteren bir cümlesi vardır; '' Ben hala, Pat Benatar dinleyerek dans etmeyi ve erkek arkadaşlar bulmayı ve iş arkadaşlarımın karikatürlerini çizmeyi çok istiyorum. Fakat bunun sona ermesini de istiyorum. Hissettiğim şey güvensizlik ve korku. Hayal kırıklığı. Bunun dünyamızın esas gerçeği olması ve bizim, aslında, buna ortak olmamızdan dolayı hüsrana uğradım.''
                  
     Rachel Corrie Filistinde geçirdiği 3 aydan sonra 16 Mart 2003 günü İsrail devletinin sürekli olarak yaptığı saldırılardan biriyle karşılaştı. İsrail devletine ait bir bulldozer Filistinli bir ailenin evini yıkmak için eve geldiğinde Rachel Corrie'de orada bulunuyordu. Kendisinin Amerikan vatandaşı olmasına güvenmiş bulldozerin önüne geçerse bu yıkımı engelleyebileceğini düşünmüştü. Fakat atladığı bir şey vardıki o da ; ''Hem Amerikan hükümetleri hem de İsrail hükümetleri işin özünde konu kendi insanları dahi olsa önemsemezler, Amerikan hükümeti para babası siyonistlerin kıçlarını yalamakla, İsrail hükümetiyse kendi inançlarını insanların ölümleri pahasına uygulamayı tercih ederler.'' Rachel atlatıdığı bu nokta 16 Mart 2003 gününün kısa ama ilham verici ve anlamlı hayatının son günü olmasına neden olmuştu. O İsrail Bulldozer'i Sabbah'ın kendinden geçmiş askerleri gibi bir insanın ölümü pahasına olsa dahi verilen emri uyguladı. Rachel Corrie o gün o bulldozerin altında kalarak can verdi.
                   
     Günümüzde özellikle Türkiye'de insanların en çok arayış içinde oldukları şeylerde birisi de kendilerine örnek alacak bir rol modeldir. Herkes tarihsel bir karakteri veya bir siyasetçiyi kendisine rol model edinir, onun gibi düşünmeye çalışır, onun gibi davranır, hatta onun gibi giyinir. Fakat özellikle siyasetçiler zaten bulundukları pislik çukurunun içinde kendilerine dahi ''gerçek'' anlamda hayrı dokunmayacak insanlarken, onları örnek alanlarda aynı durumları daha küçük çapta da olsa yaşamaya mahkum olurlar. Fakat özellikle müslüman insanların yakın tarihten örnek almaları gereken yegane kişidir Rachel Corrie. Bütün ideolojilerden, din kaynaklı sanılan saçma batıl inançlardan kendisini arındırmış ve hiç bilmediği insanların yanına, hiç bilmediği biryere onların hakkını savunmak için gitmiştir.
                  
     Olurda yaratan cennetini nasip ederse orada görüşmek dileğiyle......

Bir blog yazısından alıntı...
Devamını okumak için tıklayın...

Psikanalitik Kurama Giriş


Haftanın teması olan ''Psikanalitik Kuram'' hakkında kısa bir tanıtım yazısı; 

Psikanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud 1856 yılında Moravia’da doğdu, 1939 yılında Londra’da öldü . Freud Viyana’da tıp alanında eğitim görmüş daha sonra nöroloji alanında uzmanlık yapmıştır. Freud’un ortaya koyduğu kavramlar uzunca yıllar tartışılmakla birlikte pek çok kuram için de ilham kaynağı olmuştur.

Freud’a göre insanoğlunun davranışlarına yön veren iki temel dürtü vardır. Bunlar cinsellik ve saldırganlıktır. Freud toplum tarafından hoş karşılanmayan ve baskı altına alınmaya çalışılan bu iki dürtünün bilinçaltına itildiğini öne sürmektedir. Böylece birey baskıdan kurtulmuş olur. Bilinçaltına itilen bu istekler ve dürtüler bilinç düzeyinde olmasalar da bireyin davranışlarım etkilemeye devam ederler. Psikanalitik kuram dil sürçmeleri , unutmaları bilinçaltına itilen bu isteklerin ifade edilmesi olarak kabul eder .

Freud’a göre kişilik id, ego ve süperego olmak üzere üç temel yapıdan meydana gelmektedir. İd, kişiliğin ilkel yanını oluşturmakta ve haz ilkesine göre çalışmaktadır. Yani İd’e göre istekler anında yerine getirilmelidir, id kişiliğin sü­rekli isteyen yanıdır ve bu istekler cinsellik ile saldırganlık dürtülerinden kaynak­lanır. Ego, ise id’i denetim altında tutmaya çalışan ve gerçeklik prensibiyle çalışan kişilik birimidir. İd’in düşüncesizce isteklerim mantık süzgecinden geçirerek dizginlemeye çalışır. Ego halihazırdaki duruma en uygun şekilde davranmaya çalışır. Süperego, kişiliğin üçüncü ve en son gelişen birimidir. Toplumun inandığı ve ka­bul ettiği doğrulara göre hareket eder ve üst-ben olarak da adlandırılır . Süperego kişiliğin ahlaki yanını temsil eder ve vicdani değerler ön plandadır. Süperego İd’in isteklerini bastırmaya çalışırken, egoyu gerçekçi amaçlardan çok törel amaçlara yöneltmeye çalışır ve kusursuz olmayı amaçlar. Kişiliğin bu üç öğesi birbirinden bağımsız çalışmaz.

Psikanalitik kurama göre ruh sağlığı yerinde olan bireylerin egosu gerçeklik prensibinden uzun süre uzaklaşmadan id’in isteklerini uygun koşullar altında ve süperego denetimini inkar etmeden uzlaştırma yolları arar . Yani psikolojik sağlık id, ego ve süperego arasında kurulan bir dengedir. Psikanalitik kurama bağlı olarak yürütülecek psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri bu dengeyi kurmaya yardımcı olmayı hedefler.

Kaynak: pdr.gen.tr

Devamını okumak için tıklayın...

15 Mart 2013 Cuma

Psikolojinin DNA'sı | Ayna Nöronlar


  Kendinizi hiç, başkalarının mimiklerini taklit ederken yakaladınız mı, ya da nerede duyduğunuzu hatırlamadığınız bir şarkının dilinize dolandığı oldu mu? 

     1990'larda Vittorio Gallase ve Giacomo Rizzolatti adlı iki İtalyan bilim adamı düşünce okuma konusunda maymunlar üzerinde yaptıkları deneyler sırasında yeni bir tip nöron keşfettiler. Bu nöronlar, belli işleri yaparken aktif hale geliyorlardı, tesadüfen farkedilen diğer özellikleri ise bir başkası aynı işi yaparken de aktif hale geçmeleriydi. Bu nöronlar primatları, insanları ve kuşları karşısındakini taklit etmeye zorluyordu! Bu özelliklerinden dolayı "ayna nöron " adını aldılar. 

     Daha sonra yapılan araştırmalar ayna nöronların insan beyninde broca denen ve konuşmadan sorumlu olduğu bilinen bölgede bulunduğunu gösterdi. Bilim insanları buradan yola çıkarak, konuşmanın, başkalarının hareketlerini tanıma ve algılama ile başladığını düşündüler. Önceleri el kol işaretlerine ve mimiklere dayanan haberleşme, zaman içinde konuşmaya dönüşmüştü. 

     Düşmanınızın yüzündeki ifade birazdan ne yapmanız gerektiği hakkında her zaman iyi bir fikir verir. En iyi hatiplere bakın ya da kendinizi konuşurken düşünün, elleriniz ve kollarınız konuşmayı tamamlamaya çalışırlar ya da kimi zaman sözcüklerinizle saklamaya çalıştığınız düşüncelerinizi yüz ifadeniz ele verir. Vücüt dili ya da empati üzerine onlarca kitap bulabilirsiniz bugün. Bilim insanları günümüzde ayna nöronları psikolojinin DNA'ları olarak görüyor. 

     Merak edilen sorudur "herşey nasıl başladı?". Herşey, yansıma ile başladı, milyonlarca kilometre öteden gelen güneş ışını dünyaya vardığında, yansıdı. Yansıma bugün beyinlerimizde devam ediyor.

Kaynak: TÜBİTAK


Devamını okumak için tıklayın...

Duyu Testi

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu video da hipno- NLP'nin kurucusu Hakan Mengüç bir duyu testi uyguluyor.


Devamını okumak için tıklayın...