Pages

22 Mart 2013 Cuma

Sigmund Freud'un Hayatı Belgeseli

     Modern Psikoloji'de en sağlam ve güçlü etkiyi bırakmış olan isimlerden biri şüphesiz ki Sigmund Freud. Geliştirdiği Psikanaliz Yaklaşımla hem döneminde hem de bugün bu alanda en çok konuşulan isimlerden biri.

     Kuramında kendi yaşamından etkilenerek oluşturduğu birçok özellik olduğundan hayatı da bu konuda önem taşıyor.

     History Channel tarafından hazırlanan Sigmund Freud'un hayatı belgeseli;






Devamını okumak için tıklayın...

21 Mart 2013 Perşembe

FREUD Kilit Fikirler | Ruth Snowden

     Freud - Kilit Fikirler kitabı, yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden olan Sigmund Freud'un hayatını ve çalışmasını anlamak için gereken tüm bilgiyi gözlerinizin önüne seriyor.

     Net açıklamalar ve Freud'un vakalarından  seçilen gerçek hayat örnekleriyle kısa sürede, psikoseksüel gelişimden rüya analizine temel kavramlara dair sağlam bir kavrayış elde edeceksiniz.

     Bir Psikolojik Danışman tarafından yazılmış kitabın Türkçe çevirisi ise Psikiyatrist Uz. Dr. Ayten Dursun'a ait.
Devamını okumak için tıklayın...

20 Mart 2013 Çarşamba

Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Hakkında

     İnönü PDR Blog olarak internette üniversite adaylarının ilgi, beceri ve kişiliklerine uyan üniversite proğramlarını bulmalarını sağlayan bir internet platformu olan ParlakBirGelecek sitesi ile PDR alanında iş birliği içerisine giriyoruz.

     PDR öğrencileri olarak bölüme ve üniversitelerinizle ilgili görüşlerinizi bu bölümü düşünenlere yarar sağlaması açısından ParlakBirGelecek sitesinin ilgili sayfasına gönderebilir veya bölüm ile ilgili yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı bize iletmemiz için gönderebilirsiniz.


     Bu işbirliği çerçevesinde kendilerinin PDR bölümünün üniversite kontenjanları hakkında yaptıkları bir araştırmanın sonuçlarını biz de İnönü PDR Blog olarak paylaşalım istedik;


     Rehber Öğretmenler ve Psikolojik Danışmanlar bireylerin kendilerini tanımaları ve anlamaları, karşılaştıkları problemlere çözüm yolları bulmaları, gerçekçi kararlar almaları, çevreleriyle sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurmaları ve kapasitelerini en üst düzeye çıkarmaları konusunda büyük bir role sahipler.
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (PDR) bölümünü tercih etmek isteyen adayların tercih listelerini doğru hazırlamaları ve performanslarını değerlendirmeleri amacıyla Parlakbirgelecek.com, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık programlarının kontenjanını, kontenjan artışını ve rekabet oranlarını inceledi.
2008 ile 2012 yılları arasında Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık kontenjanları yıllık ortalama %25’lik bir büyüme gösterdi. 2008 yılında 2.196 olan toplam kontenjan, 2012 yılında 5.378’e yükseldi. Kontenjanın hızlı bir artış göstermesine rağmen 2008 ve 2012 yılları arasında PDR programları tamamen doldu. Türkiye’deki tüm lisans programlarının doluluk oranının %88 olduğu düşünüldüğünde, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık’ta rekabetin ne kadar yüksek olduğu fark ediliyor.

     2008 yılında toplam 46 program 87.259 defa tercih edilmişken, 2012 yılında 128 program 228.000’den fazla tercih aldı. Son 5 yıl değerlendirildiğinde bölümü tercih eden öğrenci sayısında her yıl yaklaşık %27’lik bir artış olduğu gözleniyor. Tercih artışının kontenjan artışından daha fazla olduğu göz önüne alındığında, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünde rekabetin yoğunluğunu gösteriyor. Son 5 yılda, her bir kontenjan için rekabet eden öğrenci sayısı 39 ile 77 arasında değişiyor. 2012 yılında ise her bir kontenjan için ortalama 44 adayın tercih yaptığı görülüyor.

     Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümüne kayıt yaptıran öğrencilerin en yüksek başarı sıralamaları incelendiğinde, 2008- 2012 yıllarında ilk altı bine giren öğrencilerin yer aldığı görülüyor. Bölüme kayıt yaptıran öğrencilerin en düşük başarı sıralamaları ise 351.000 ile 565.000 arasında değişiyor. 2012 yılında PDR taban puanları ise 240.180 ile 459.648 arasında değişiyor.

     Devlet ve vakıf üniversiteleri karşılaştırılarak değerlendirildiğinde, devlet üniversitelerinin 2008 yılında 1.900’e yakın olan kontenjanı, 2012 yılında 3.927’ye yükseldi ve vakıf üniversitelerinin 390’ın altında olan kontenjanı 2012 yılında 1.400’ün üstüne çıktı. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümü kontenjanlarının %73’ü devlet üniversitelerinde bulunuyor. Devlet üniversitelerinde PDR taban puanları 247.900 ile 459.648 arasında değişirken; vakıf üniversitelerinde PDR taban puanları 240.180 ile 433.239 arasında değişiyor.

     2012 senesine baktığımızda %100 burslu PDR taban puanları 386.335 ile 433.239 arasında değişiyor. %75 burslu PDR taban puanları aralığı 356.705 ile 407.576, %50 burslu programlarda taban puanlar 309.403 ile 423.800 arasında ve %25 burslu programlarda taban puanlar 316.955 ile 405.017 arasında değişiyor. Burssuz programlarda PDR taban puanları 240.180 ile 347.093 arasında gerçekleşti. Başarı sıralarına baktığımızda tam burs arayan adayların ilk 8 bine yerleşmesi gerekirken burssuz Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık programlarında başarı sıraları 91.600 ile 344.000 arasında geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

     PDR programı taban puanları ile ilgili daha detaylı bilgi almak ve tüm programların listesi için Parlakbirgelecek.com’da PDR Taban Puanları analizini okuyabilir; program ve kariyer seçeneklerini tanımak için Rehber Öğretmen profilini ve üniversite eğitimi hakkında daha detaylı bilgi edinmek  Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık  Ana Dalı profilini inceleyebilirsiniz.



Devamını okumak için tıklayın...

19 Mart 2013 Salı

Psikanalitik Terapi Örneği

     Bu haftanın teması olan ''Psikanalitik Yaklaşım'' üzerinden 100 yıl geçmiş olmasına rağmen psikolojinin en çok tartışılan kuramlarından olsa da birçok terapist tarafından kullanılan bir yöntem.

     Psikolojinin bu en popüler ve en zorlu alanı İnönü PDR Blog'un bu haftaki teması. Birçok terapist tarafından kullanılan yöntemin kitaplarda ayrıntılı birçok açıklamasını görsek de nasıl uygulandığını ve neleri içerdiğini ''görmenin'' daha etkili olacağını düşündük.

     1988 yılında Dr. Glenn Gabbard tarafından hazırlanmış bir psikanalitik yöntemle yapılan terapi mizansenini sizin için Türkçe'ye çevirdik. Videoda her ne kadar terapistin yaklaşımı hakkında fazla bilgi edinemiyor olsak da Psikanalizin genel hatları ve sürecin ne şekilde işlediğine dair bilgileri görmek mümkün.




Devamını okumak için tıklayın...

18 Mart 2013 Pazartesi

Deliliğin Tutkusu / Tutkunun Deliliği; Psikoz Sorununa Psikanalitik Yaklaşım

Bu haftanın teması olan psikanalitik yaklaşım üzerine paylaşımlarımıza bir kitap önerisiyle devam ediyoruz. 
Kitabın yazarı Prof. Dr. Elda Abrevaya önsözünde Şöyle söylüyor:

Bu araştırma 2000 yılında Porto Riko'da basılan kitabın (La Locura Conıo Pasiön) Türkçe çevirisine karşılık gelmektedir. Delilik sorunsalına olan ilgim, doktora tezimi Paris'te bir gündüz hastanesinde tedavi gören otistik ve psikotik çocuklar üzerinde yaptığım 70'li yıllara dayanmaktadır.

Ama bu çalışma asıl Porto Riko'da Ruh Sağlığı Merkezindeki pratiğimin yüreğinde doğmuş ve biçimlenmiştir. İspanyolca metnin birinci bölümünde XIX. yüzyılda Porto Riko'da deliliğin tarihini incelemiştim. Bir şekilde delilerin kapatıldığı ilk kurumlarla, benim daha sonra çalışacağım Ruh Sağlığı Merkezi arasındaki bağları sezinlemiştim. 

Yani acının, korku ve şiddetin egemen olduğu dünün psikiyatrik kurumlarıyla bugünküler arasında bir ilişki vardı. Nitekim kitabın son bölümünde sunduğum bayan Lucy vakasıyla da bu sürekliliği sağlamak istedim. 

Yalnız Türkçe metin, Porto Riko'da XIX. yüzyılda delilerin kapatıldığı kurumlara ilişkin birinci bölümü kapsamamaktadır. Bu bağlamda, ister Porto Riko'da, ister Türkiye'de olsun, zaman içinde delilik deneyimine eşlik eden karanlık belleği düşünebilmek için Foucault'nun şu sözlerine göz atmak yerinde olur: "Aklını yitirmişlik, halkların temel belleği ve onların geçmişe en büyük sadakatleri olacaktır; aklını yitirmişlik deneyiminde tarih sürekli çağdaş olacaktır".

Kitabımda geleneksel psikiyatrinin delilik sorunsalına yaklaşımına eleştirisel bir görüş geliştirmeye çalıştım. Psikiyatrik bakışın nesnesi olan semptomların engelini aşarak, delinin söyleminin temsil ettiği bilgiye erişmek istedim. Bunun için de psikanalitik kuramlara başvurdum.

İlginç bir anlatımı ve etkileyici konusuyla okunması gereken bu kitabın kısa tanıtımını yapacak olursak;

XIX. yüzyılda tecrit etme, sorgulama, duş cezaları, katı disiplin, çalışma yükümlülüğü, ödüllendirme gibi, tımarhanelerde yürütülen tüm teknikler, hekimi 'deliliğin mutlak efendisi' haline getirmişti. Gizlenen deliliği ortaya çıkaran, onu yenmeye çalışan, büyük bir ustalıkla tahrik ettikten sonra sakinleştirip yeniden onu konumlandıran hekimdi. Bu bağlamda deliliğin psikolojisi tımarhanede gelişmiştir.

Freud'un söylemiyle birlikte, deliliğin tarihinde o zamana değin gerçekleştirilen tedaviye ilişkin bir kırılma yaşanacaktır. Klasik çağdan itibaren akıl dünyasıyla delilik arasında kopan diyalog, psikanalizle yeniden kurulmuş olur.
Devamını okumak için tıklayın...

17 Mart 2013 Pazar

Şiddet Ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım

"Psikanalitik Kuram" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu metin "Hekime Şiddet Nereden Çıktı?" sorusuna cevap arayan Prof. Dr. Peykan Gökalp'e aittir.

Hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ülkemizde ve dünyada giderek tırmanmaktadır. Bu davranışlar, sözel tehdit ya da aşağılama, öldürmeye kadar gidebilen fiziksel saldırılar şeklinde görülmekte ve diğer iş yeri şiddet olgularına göre son birkaç yıla kadar çok düşük oranda bildirilmektedir(Gates 2004, Beech ve Leather 2006).

Bunun nedenleri arasında toplumlarda şiddet davranışı sıklığının artışı, sağlık sistemine ilişkin etmenler, ekonomik, sosyal ve politik süreçler yer almaktadır. Öte yandan sağlık çalışanına hasta ve/veya hasta yakınının sözel, fiziksel saldırısında saldırgan bireyin içsel yaşantılarının, aktarım dinamiklerinin ve “hasta” rolüne ilişkin ruhsal ihtiyaçlarının dikkate alınması vazgeçilmez öneme sahiptir (Özmen 2007). Bu sunumda hekime yönelik şiddet konusu psikanalitik yaklaşımla ele alınacaktır.

Aktarım, Freud ve Klein, Sandler, Glover gibi Freud’dan sonraki psikanalitik kuramcılar tarafından hastanın kendi geçmişindeki nesne ilişkileri içinde ortaya çıkan duygu, dürtü, savunma ve davranışların daha sonra analiz / psikoterapi/ tedavi ortamı ya da güncel ilişkilerde yeniden yaşantılanması olarak tanımlanmıştır. Tıbbi hastalığı olan kişiler önce başvurduğu doktora yönelik bir idealizasyon / yüceleştirme geliştirir. O kurum ya da doktor onun son çaresidir. Onu hastalıktan kurtaracak, hatta hasta yeniden doğmuş gibi olacaktır. Varoluşuna yönelik bir tehdit hisseden, sağlığını, belli organ ya da uzvunun iş göremeyeceğini hisseden birey bir “gerileme” yaşar. Kendini doktora ya da kuruma tam olarak teslim edebilir, ya da korku ve kaygılar içinde tedaviye uyum göster(e)mez, “iyi bakılmadığını”, doktorun onun “hastalığını anlamadığını” söylemeye başlar. Duygularında ambivalans belirgindir.

Türkülerimizde de;
“El vurup yaramı incitme tabip” ya da
“El çek tabip sinem üstünden
Sen benim derdimi bilebilmezsin
Yarem yürektendir, yoktur ilacın
Sen benim yaremi sarabilmezsin” denir.

Ayrıca ne doktorsuz kalalım, ne de muhtaç olalım” dilekleri eksik olmaz dillerden. Doktor hem gerektiğinde yanımızdan ayrılmayan, hem de hiç hastalanmayıp eline düşülmek istenmeyendir.

Hastalığı sırasındaki bu gerileme sürecinde erken bebeklikteki çevrenin / bakım verenin tam uyumunun olmadığı, doyum veren iyi memenin esirgendiği anlardaki umutsuzluk ve bütünlüğünün bozulması ile, ayrışmanın yarattığı anksiyete ve zulmedilme duygusunun etkisi altına girmektedir. Her şeye sahip anne/ annelik bakımı beklediği hekim ki o kendisinin sahip olmadığı şeylere sahiptir (sağlık, güç, saygınlık, servet!)  İşte bu hazinelere sahip anneye yönelttiği açgözlü öfke ve haset duyguları harekete geçmektedir. Bu yoğun duygular ise karşılığında sadistik bir öç alınacağı korkusuna yol açar. Muhtaç olmanın riskli olduğu kurtarıcı, rahatlatıcı.

Ataerkil tıp anlayışının egemen olduğu geçmiş dönemlerde toplumda sayıca az olan ve değerli olan hekim tüm güçlü baba imagosunu pekiştirerek hastanın ve hasta yakınının gerilemesini, çocuklaşmasını da pekiştirdi. Tümgüçlü, otoriter ve korkutucu baba imagosunu temsil eden hekimlere karşı rekabet ve pasif saldırganlık hisleri de harekete geçmekle birlikte eyleme dökülmesi için sağlık sisteminde hasta hekim ilişkisindeki devamlılık, sadakat, güven, birey olarak algılanma, empati gibi olumlu parametreleri altüst eden performans sistemi, merkezi randevu ile hastaya 10 dakikalık süre ayrılması sonucu, hasta hekim ilişkisi büyük darbe aldı; hekim idealleştirilmiş, tümgüçlü konumundan onuru zedelenerek indirildi. Hekimin beyaz önlüğünün dokunulmazlığı ortadan kalktı.

Hasta birey kendisini ruhsal ve bedensel olarak tehdit altında hissedebileceği gibi, ruhsal bir “gerileme” yaşamaktadır. Bu gerileme sürecinde erken bebeklik döneminden itibaren doyurulamamış olan ihtiyaçlarına ilişkin, yeterince doyum alamadığı ilk nesnesi anneye duyduğu öfke ve haset hekim veya hemşireye yansıtılır (Klein 1957).

O konumdayken beklentisi çevrenin ona tam uyum sağlamasıdır. Bir çeşit “annelik” işlevi beklenen acıları dindirip yatıştıran, bakım veren, iyileştiren antik çağlardaki şifa merkezleri gibi bugünün sağlık kurumlarına da mucizevi iyileştiricilik özellikleri atfedilmekte bu aktarımsal eğilimin tam karşılık bulmaması durumunda ortaya çıkan hayal kırıklığı, umutsuzluk bakımın kendinden esirgendiği duygusu yaratmaktadır. “Tam uyumun” sağlanamadığı durumlarda da ilkel savunma düzenekleri, idealleştirme, değersizleştirme, yansıtma, eyleme vurma devreye girmektedir.

Bugün toplumda gitgide artan ve daha çok kırılgan olanlara yöneltilmiş olan şiddet (kadın, çocuk, azınlık ya da öteki) neden gitgide artan şekilde doktora/sağlık çalışanlarına yöneldi. Neden bu kadar artan oranda bir başkasına şiddet uygulayacak kadar öfke, haset ve eyleme dökme yaşanıyor. Burada toplumda verimli bir toprağın var olduğunu söyleyebiliriz belki. Hekime yönelik şiddetin son halkası olan yaralama ve öldürmeyi de Winnicott’un 1945’te yayınlanan “Birincil Duygusal Gelişme” makalesine gönderme yaparak ele almak istiyorum. Acımasız dissosiyatif durumlar olarak tanımladığı duygu, dürtü ve davranışları Pediatri kökenli Wİnnicott şu şekilde tanımlar:

Küçük çocuk annesiyle oynarken onu incitecek davranışlarda bulunur, anne de bunu tolere eder. Bu uyum yaşanamaz, anne bu incinmelerle sarsılır ya da bebeği cezalandırırsa bebek acımasız kendiliğini saklar ve daha sonraki bir dezintegrasyon -bütünlüğün bozulması halinde (burada ciddi bir bedensel hastalık, yakının kaybı ya da kaybetme riski hatta sağlıkla ilgili bir talebin reddedilmesi söz konusu olabilir) disosiyasyonla tüm kendilik, itkilerinin etkisi altına girer; kontrolsüz ve kendi başına işleyen bir saldırganlık ortaya çıkar. Bu öç alma davranışı daha ilkel bir nesne ilişkisi dönemine aittir, yani dış gerçeklikle sahici bir ilintiden önceki döneme dair bir kırılmaya dayanır.

Bu ilişkide hekimin karşı aktarımından da söz etmek yerinde olur. Hastanın beklentileri, hastalığı, cinsiyeti, tutumu, yaşı ve diğer bazı özellikleri hekimde de tümgüçlü, kurtarıcı fantezileri harekete geçirebilir; ya da yetersizlik, öfke, yas tepkileri yaratabilir. Hekimin de bu duygularının farkına varması, duruma uygun ya da orantılı olmayan duygu, davranış ya da yoğun düşüncelerle karşı karşıya kaldığında bir ruh sağlığı uzmanına
danışması, karşı aktarımının farkına varması önemlidir.

1950’li yıllarda genel tıp, hekimlik uygulamaları, tıbbi hastalığı olan hastaların ele alınması konularında önemli çalışmaları olan ve Balint gruplarının yaratıcısı olan psikanalist Michael Balint hasta hekim ilişkilerinin dinamiğinde üç kavramdan söz eder:

“Temel kusur: Kristaldeki kusur gibi, ilk bakışta fark edilip bilinmeyen ama hem hekimde hem de hastada bulunan erken ruhsal yaşantılar sonucunda kişinin yaşam streslerine verdiği yanıtları tanımlar. Hastanın hastalık ve onun sonuçlarına verdiği tepki, inkar, hastalığa doğru kaçış, hastalıkla mücadele veya bunların arsında bir yerdeki davranışları gözlemlenebilir. Hekim de hastaya ve onun hastalığına karşı duygusal yalıtma, kaygı, çaresizlik ya da sakin bir tutum gösterebilir. Bu etkileşim hastanın sonraki yanıtını şekillendirir. Hekimin kendisinin bir ilaç/şifa olarak etkisi: varlığı, tutum ve davranışıyla, yarattığı güven ve süreklilikle bu etkiyi sağlayabilir, ya da sağlayamaz. Uygun dozda ve olumlu anlamdaki babasal tutum hastayı olumlu da etkileyebilir. Hekimin eğitici özelliği: hastalık sürecinde hekim ve hasta karşılıklı olarak birbirini eğitir. Eğer temel kusurları nedeniyle birbirleriyle yıkıcı ve kopma ve uzaklaşmaya yönelik aktarım, karşı aktarım oluşursa süreç kesintiye uğrar.”  Der Balint.

Arada şiddetten pek söz etmez o yıllarda. Hekime yönelik şiddeti önlemeye yönelik çalışmalar büyük önem taşımakla birlikte altta yatan ruhsal boyutu anlaşılmadan yapılabilecekler yetersiz kalabilir. Sonuçta hekim, hemşire ve hasta, hasta yakını arasındaki ilişki iş başında birebir bir ilişkidir ve düşmanca aktarım ve bundan doğan olumsuz karşı aktarım dinamiklerinin anlaşılıp çözümlenmesi tüm taraflar için vazgeçilmezdir.
Devamını okumak için tıklayın...

16 Mart 2013 Cumartesi

Yakın Tarihin En Büyük Kahramanı: Rachel A. Corrie



     İlk defa 3 yıl önce varlığından haberdar olduğum büyük bir kahraman Rachel Corrie. O günden beri girdiğim her arkadaş ortamında, akrabalarla olan sohbetlerde, konuların bitip konuşmaların tıkandığı anlarda anlatmaya başladığım ve beni tanıyan herkesin onu da tanıması, bilmesi gerekir diye düşündüğüm büyük kahramanım Rachel Corrie.

     Yaşamın temelini oluşturan birçok konuda bakış açımı değiştiren, bakış açıma bir milat kazandıran olay Rachel Corrie'nin hikayesinin hayatıma girmesidir. Rachel Corrie benim için adeta bir ''besmele'' halini aldı. Artık her yeni atıldığım ortamda, işte, çalışma da ilk emeğim kendisi hakkında olsun istiyorum. Bu blogunda besmelesi Rachel Corrie olsun. Ne kadar çok fazla yerde adı geçer, hikayesi ne kadar çok bilinirse insanlarında bakış açılarını o yönde değiştirip etkileyebilir diye düşünüyorum.
                 
     Rachel Corrie 1979 doğumlu bir aktivistti ve 2003 yılında bir buldozerin altında yaşamını yitirdi. Buraya kadar herşey 23 yaşında Amerikalı bir genç kızın dramatik ölümü gibi duruyor. Fakat olayın arkasında büyük bir insanlık dersi, büyük bir kahramanlık öyküsü var. Rachel Corrie henüz 23 yaşında iken Amerika'da Washington, Olympia'daki rahat yaşamını bırakıp, Uluslararası Dayanışma Hareketi adlı aktivistlerin oluşturduğu bir STK ile  Filistine gider. Aktivistler her zaman için benim sonsuz saygı duyduğum insanlardır. Fakat Rachel'ın henüz 23 yaşında hayatının en güzel yıllarında orta gelirli ve rahat bir aileye sahipken, dünyanın belkide en güvenli yeri Washington'da yaşarken, dünyanın belki de en güvensiz yeri Filistin'e gitmesi saygı duymaktan da öte anlatılması gereken bir davranış, bir cesarettir. 2003 yılının Ocak ayı evinden kalkıp binlerce km ötede bambaşka bir ırktan, bambaşka bir dinden, bambaşka kültürden insanlara, zulmün altında ezilen insanlara yardım etmek için Filistine gidiyor. Rachel Corrie'nin burada asıl amacı dünyanın ilgisini bölgeye çekmekti. İnsanların çok büyük bir çoğunluğunu izlediği TV haberleri, okudukları gazeteler, takip ettiği proğramlar biçimlendirir, fikirlerini ve hassasiyetlerini bu basın organları belirlerler. Bu yüzden Rachel'ın bu davranışındaki en temel nokta dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmekti. Burada diğer aktivist arkadaşlarıyla beraber eylemler düzenleyerek bu konuda çalışsalarda etkili olamadılar. Çünkü o insanları biçimlendiren medya herşeyi değil amacına hizmet edeni ekranlara, insanlara taşır. Filistinde bulunduğu süre içerisinde Filistinli çocuklara İngilizce öğretmeye çalıştı ve kendiside onlardan Arapça öğrenmeye çalıştı. Rachel'ın Arapça öğrenme isteği aslında burada daha sonra da vakit geçirebilmek bunu yalnızca bir yıllık bir serüvene bağlamadan sürekli hale getirmek isteğinden kaynaklanıyordu. Ailesine yazdığı e-maillerde de bunu sık sık anlatmıştı. Bu e-maillerde kendi hassasiyetinin ne kadar yüksek seviyede olduğunu, empati yeteneğinin ne kadar geliştiğini gösteren bir cümlesi vardır; '' Ben hala, Pat Benatar dinleyerek dans etmeyi ve erkek arkadaşlar bulmayı ve iş arkadaşlarımın karikatürlerini çizmeyi çok istiyorum. Fakat bunun sona ermesini de istiyorum. Hissettiğim şey güvensizlik ve korku. Hayal kırıklığı. Bunun dünyamızın esas gerçeği olması ve bizim, aslında, buna ortak olmamızdan dolayı hüsrana uğradım.''
                  
     Rachel Corrie Filistinde geçirdiği 3 aydan sonra 16 Mart 2003 günü İsrail devletinin sürekli olarak yaptığı saldırılardan biriyle karşılaştı. İsrail devletine ait bir bulldozer Filistinli bir ailenin evini yıkmak için eve geldiğinde Rachel Corrie'de orada bulunuyordu. Kendisinin Amerikan vatandaşı olmasına güvenmiş bulldozerin önüne geçerse bu yıkımı engelleyebileceğini düşünmüştü. Fakat atladığı bir şey vardıki o da ; ''Hem Amerikan hükümetleri hem de İsrail hükümetleri işin özünde konu kendi insanları dahi olsa önemsemezler, Amerikan hükümeti para babası siyonistlerin kıçlarını yalamakla, İsrail hükümetiyse kendi inançlarını insanların ölümleri pahasına uygulamayı tercih ederler.'' Rachel atlatıdığı bu nokta 16 Mart 2003 gününün kısa ama ilham verici ve anlamlı hayatının son günü olmasına neden olmuştu. O İsrail Bulldozer'i Sabbah'ın kendinden geçmiş askerleri gibi bir insanın ölümü pahasına olsa dahi verilen emri uyguladı. Rachel Corrie o gün o bulldozerin altında kalarak can verdi.
                   
     Günümüzde özellikle Türkiye'de insanların en çok arayış içinde oldukları şeylerde birisi de kendilerine örnek alacak bir rol modeldir. Herkes tarihsel bir karakteri veya bir siyasetçiyi kendisine rol model edinir, onun gibi düşünmeye çalışır, onun gibi davranır, hatta onun gibi giyinir. Fakat özellikle siyasetçiler zaten bulundukları pislik çukurunun içinde kendilerine dahi ''gerçek'' anlamda hayrı dokunmayacak insanlarken, onları örnek alanlarda aynı durumları daha küçük çapta da olsa yaşamaya mahkum olurlar. Fakat özellikle müslüman insanların yakın tarihten örnek almaları gereken yegane kişidir Rachel Corrie. Bütün ideolojilerden, din kaynaklı sanılan saçma batıl inançlardan kendisini arındırmış ve hiç bilmediği insanların yanına, hiç bilmediği biryere onların hakkını savunmak için gitmiştir.
                  
     Olurda yaratan cennetini nasip ederse orada görüşmek dileğiyle......

Bir blog yazısından alıntı...
Devamını okumak için tıklayın...

Psikanalitik Kurama Giriş


Haftanın teması olan ''Psikanalitik Kuram'' hakkında kısa bir tanıtım yazısı; 

Psikanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud 1856 yılında Moravia’da doğdu, 1939 yılında Londra’da öldü . Freud Viyana’da tıp alanında eğitim görmüş daha sonra nöroloji alanında uzmanlık yapmıştır. Freud’un ortaya koyduğu kavramlar uzunca yıllar tartışılmakla birlikte pek çok kuram için de ilham kaynağı olmuştur.

Freud’a göre insanoğlunun davranışlarına yön veren iki temel dürtü vardır. Bunlar cinsellik ve saldırganlıktır. Freud toplum tarafından hoş karşılanmayan ve baskı altına alınmaya çalışılan bu iki dürtünün bilinçaltına itildiğini öne sürmektedir. Böylece birey baskıdan kurtulmuş olur. Bilinçaltına itilen bu istekler ve dürtüler bilinç düzeyinde olmasalar da bireyin davranışlarım etkilemeye devam ederler. Psikanalitik kuram dil sürçmeleri , unutmaları bilinçaltına itilen bu isteklerin ifade edilmesi olarak kabul eder .

Freud’a göre kişilik id, ego ve süperego olmak üzere üç temel yapıdan meydana gelmektedir. İd, kişiliğin ilkel yanını oluşturmakta ve haz ilkesine göre çalışmaktadır. Yani İd’e göre istekler anında yerine getirilmelidir, id kişiliğin sü­rekli isteyen yanıdır ve bu istekler cinsellik ile saldırganlık dürtülerinden kaynak­lanır. Ego, ise id’i denetim altında tutmaya çalışan ve gerçeklik prensibiyle çalışan kişilik birimidir. İd’in düşüncesizce isteklerim mantık süzgecinden geçirerek dizginlemeye çalışır. Ego halihazırdaki duruma en uygun şekilde davranmaya çalışır. Süperego, kişiliğin üçüncü ve en son gelişen birimidir. Toplumun inandığı ve ka­bul ettiği doğrulara göre hareket eder ve üst-ben olarak da adlandırılır . Süperego kişiliğin ahlaki yanını temsil eder ve vicdani değerler ön plandadır. Süperego İd’in isteklerini bastırmaya çalışırken, egoyu gerçekçi amaçlardan çok törel amaçlara yöneltmeye çalışır ve kusursuz olmayı amaçlar. Kişiliğin bu üç öğesi birbirinden bağımsız çalışmaz.

Psikanalitik kurama göre ruh sağlığı yerinde olan bireylerin egosu gerçeklik prensibinden uzun süre uzaklaşmadan id’in isteklerini uygun koşullar altında ve süperego denetimini inkar etmeden uzlaştırma yolları arar . Yani psikolojik sağlık id, ego ve süperego arasında kurulan bir dengedir. Psikanalitik kurama bağlı olarak yürütülecek psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri bu dengeyi kurmaya yardımcı olmayı hedefler.

Kaynak: pdr.gen.tr

Devamını okumak için tıklayın...

15 Mart 2013 Cuma

Psikolojinin DNA'sı | Ayna Nöronlar


  Kendinizi hiç, başkalarının mimiklerini taklit ederken yakaladınız mı, ya da nerede duyduğunuzu hatırlamadığınız bir şarkının dilinize dolandığı oldu mu? 

     1990'larda Vittorio Gallase ve Giacomo Rizzolatti adlı iki İtalyan bilim adamı düşünce okuma konusunda maymunlar üzerinde yaptıkları deneyler sırasında yeni bir tip nöron keşfettiler. Bu nöronlar, belli işleri yaparken aktif hale geliyorlardı, tesadüfen farkedilen diğer özellikleri ise bir başkası aynı işi yaparken de aktif hale geçmeleriydi. Bu nöronlar primatları, insanları ve kuşları karşısındakini taklit etmeye zorluyordu! Bu özelliklerinden dolayı "ayna nöron " adını aldılar. 

     Daha sonra yapılan araştırmalar ayna nöronların insan beyninde broca denen ve konuşmadan sorumlu olduğu bilinen bölgede bulunduğunu gösterdi. Bilim insanları buradan yola çıkarak, konuşmanın, başkalarının hareketlerini tanıma ve algılama ile başladığını düşündüler. Önceleri el kol işaretlerine ve mimiklere dayanan haberleşme, zaman içinde konuşmaya dönüşmüştü. 

     Düşmanınızın yüzündeki ifade birazdan ne yapmanız gerektiği hakkında her zaman iyi bir fikir verir. En iyi hatiplere bakın ya da kendinizi konuşurken düşünün, elleriniz ve kollarınız konuşmayı tamamlamaya çalışırlar ya da kimi zaman sözcüklerinizle saklamaya çalıştığınız düşüncelerinizi yüz ifadeniz ele verir. Vücüt dili ya da empati üzerine onlarca kitap bulabilirsiniz bugün. Bilim insanları günümüzde ayna nöronları psikolojinin DNA'ları olarak görüyor. 

     Merak edilen sorudur "herşey nasıl başladı?". Herşey, yansıma ile başladı, milyonlarca kilometre öteden gelen güneş ışını dünyaya vardığında, yansıdı. Yansıma bugün beyinlerimizde devam ediyor.

Kaynak: TÜBİTAK


Devamını okumak için tıklayın...

Duyu Testi

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu video da hipno- NLP'nin kurucusu Hakan Mengüç bir duyu testi uyguluyor.


Devamını okumak için tıklayın...

14 Mart 2013 Perşembe

Beynimizin oyunu

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu video beyninizin size nasıl oyunlar oynayabileceğini gösterecek. İyi seyirler :)


Devamını okumak için tıklayın...

12 Mart 2013 Salı

Aklın Oyunları-2

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu metin,  Psikolog Emre Konuk'un  İnsan Dergisine (Haziran 2002, Sayı 4) yazdığı Aklın Oyunları başlıklı yazının devamıdır.


İsterim Sevileyim
Sosyal bağları zayıf, yakınlarından ve çevresinden destek alamayan kişilerin daha çok hastalanma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Bekarlar, ayrılmışlar, boşanmışlar ya da eşi ölmüş olanlar, evlilere göre daha az yaşıyorlar ve daha sık hastalanıyorlar. Kanser, tüberküloz, ülser, depresyon, kalp, arterit fark etmiyor. Hepsinde daha çok hastalanıyorlar.

Lisa Berkman ve S. Leonard Syme’in California, Alameda’da 7000 kişiyle yaptıkları çalışma sosyal ilişkilerin sağlığa katkısını çok iyi gösteriyor. Araştırmacılar 7000 kişiyi 9 yıl boyunca izliyorlar. Bekarlar, boşanmışlar, dullar, yakın arkadaşları veya akrabaları olmayanlar, sosyal aktivitelere katılmayanlar arasında ölüm oranı diğerlerine göre 2 ile 5 misli daha fazla.

Bir başka araştırma Amerika’ya göç eden Japonlarla ilgili. Göç edenlerin ölüm ve hastalanma oranları Amerikalılara yaklaşıyor. Akla hemen diyet vs. geliyor. Ancak göç edenlerin içinde sağlıklarını koruyanlara bakıldığında, bunların kendi toplumları içinde yaşadıkları, geleneklerini sürdürdükleri görülüyor. Amerikan tarzı yaşamı sürdüren Japonlara göre kalp hastası olma riskleri %80 daha düşük. Sigara içmeleri, kolesterol düzeyleri ve diyet bir şey fark ettirmiyor.

Sosyal destek öyle anlaşılıyor ki, yaşamın köklü bir biçimde değiştiği, yoğun stres yaşandığı dönemlerde sağlığa ciddi katkıda bulunuyor. Michigan’da iki otomobil fabrikası kapandığında yüzlerce işçi işini kaybetti. Susan Gore bu işçilerden 110 tanesi ile bir araştırma yaptı. Eşlerinden, arkadaşlarından, akrabalarından yakın ilgi ve yardım gördüğünü söyleyenlerin ve sosyal aktivitelere katılanların gerek psikolojik açıdan gerekse organik hastalıklar açısından çok daha sağlıklı olduklarını saptadı. Bunların kolesterol düzeyleri de düşüktü.
K.B. Nuckholls 170 hamile kadının ne ölçüde sosyal destek aldıklarına baktı. Ortaya çıkan komplikasyonların %91’i stres ve desteğin azlığına bağlıydı. Destek almayanlarda komplikasyon oranı alanlara göre üç misli fazlaydı.

Yaşamında bir hayvanın sorumluluğunu almanın da sağlığa ciddi katkısı olduğu anlaşılıyor. Kalp krizi geçirmiş olanlarla bir yıl sonra temas edildiğinde, evlerinde hayvan bakanların ölüm oranının beşte bire indiği görülmüş. Hayvanın türü önemli değil. Kedi, köpek, papağan, fare her şey olabilir.

İlgi çekici bir araştırma da, bir yaşlılar evinde yapılmış. Huzurevinin bir katında yaşayanlara hemşire saksı içinde bir bitki veriyor. Bu bitkinin onun sorumluluğunda olacağını, kendisinin karışmayacağını söylüyor. Diğer kattakilere ise çiçeğe kendisinin bakacağını söylüyor. Artık sonucu tahmin edebiliriz. Çiçeğe kendileri bakanların hastalıkları daha çabuk iyileşiyor, daha uzun yaşıyorlar. Yani bir çiçeğin sorumluluğunu almak ömür uzatabiliyor ve daha az hastalanmaya yol açabiliyor. Bukadarcığı bile bunu sağlıyorsa, insanların biraz ‘gaza geldiklerinde’ neler yapabileceğini hayal etmek bile güç.

Stres Bağışıklık Sistemi ve Dayanıklılık
Stresle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok araştırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kişi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania üniversitesinden Howard Hull ve arkadaşları 25 kişiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini, yani düşmanla vuruşacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını, kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile, beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik girişimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsa, sistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kişiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteğin öneminden söz ettik. Acaba kişilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaşları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kişisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araştırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor. Büyük bir stres ve belirsizlik ortamı.

700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında, bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine, içinde yaşadıkları topluma, belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini, yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini, yaşamda istikrar ve dengenin değil, değişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz.

Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin, ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak, dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar.

Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:
Dayanıklılık
Egzersiz
Sosyal destek
Bu üçünün bir arada oluşu strese maruz kalan yöneticileri hastalıktan uzak tutuyor. Üçü de yoksa hastalanma oranı %93, ikisi yoksa %72, biri yoksa %58 ve üç kaynağa da sahip olanlar, yani düzenli egzersiz yapanlar, dayanıklı olanlar ve sosyal destek alanlarda hastalanma oranı %8’e düşüyor. Peki, dayanıklılık öğrenilebilir mi? Evet öğrenilebilir. Artık hem çocuklarımızı yetiştirirken ne yapacağımızı biliyoruz, hem de yetişkinler olarak stresle nasıl başa çıkacağımızı.

Emre Konuk
Devamını okumak için tıklayın...

11 Mart 2013 Pazartesi

Dikkat Testi

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu video da bir dikkat testi yapılmaktadır.

Beyindeki kalıplar, inovasyonu engelleyen takıntılar ve hayatın akışında farkedilmeyen önemli şeyleri gözler önüne seren harika bir test. İnnovasyon, yaratıcı düşünme, yenilik, yenilikçilik ve yeni fikirler geliştirme konusunda beyinde zihinsel engeller oluşturan bu kalıplar kişisel gelişim ve büyümenin de sınırlayıcılarıdır. Az sonra bir detektifin katili bulmak için katil zanlılarına sorduğu soruları ve zanlıların verdiği cevapları izleyeceksiniz. Sorunuz şu; Siz dedektif olsaydınız acaba katilin kim olduğunu anlar mıydınız?


Ve son olarak;
Kavramak için görmek, görmek için de dikkatli olmak gerekir.
Devamını okumak için tıklayın...

10 Mart 2013 Pazar

BBC | İnsan Beyni Belgeseli

     BBC tarafından hazırlanan ''The Human Mind'' (İnsan Beyni) belgeseli, beynimizin yaşamımıza ne gibi etkilerde bulunduğunu ve bunun ne derecede olduğunu açıklıyor.

     3 bölümden oluşan belgeselde, beyninizi kullanarak ve yalnızca hayal ederek nasıl sportif performansınızı arttırabileceğinizi ya da bir zihin şampiyonundan bazı tüyoları bulacaksınız.

     Beynin kişiliğin oluşumunda ne gibi etkilerinin olduğu ve kişiliğin istenmeyen yönlerinin beynin kontrolü ile nasıl değiştirilip şekillendirileceğide belgeselin bir başka konusu.

    Son bölümdeyse, ''Arkadaş Edinmek'' adıyla insanlarla olan iletişim ve iletişimde beynin nasıl yardımcı olduğu anlatılıyor. Jest ve mimikleri anlamlandırma, insanların beyinlerini yüzlerinden okuma bu bölümün konusu.



                                          

Devamını okumak için tıklayın...

Aklın Oyunları

"Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi" temamız çerçevesinde paylaştığımız bu metin, Psikolog Emre Konuk'un  İnsan Dergisine (Haziran 2002, Sayı 4) yazdığı yazıdan alınmıştır.

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyonla yürüttüğünü biliriz. Mutluluk, mutsuzluk, sağlık, hastalık ve ölüm hepsi onun işi. Göz ardı ettiğimiz şey beynimizin iyiyi de kötüyü de öğrenebildiğidir.

Daha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaşamımızda önemli bir yeri olduğunu, örnekleriyle anlatmıştım. (Benzer bir yazı olarak: Beynimizdeki Negatif Eğilim başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.) Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduğunu, neredeyse 40 yılı aşkın bir süredir birikmiş literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için değil, eğer gerekli vizyonu oluşturabilirsek, hem kişisel yaşamımızda hem de organizasyonların yaşamında köklü değişikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum.

Beynin Aptal Yanı
Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında değil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaşam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. Sevişebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. Sağ duyu sahibi bir kişi, evlenmeden önce küçük bir pazar araştırması yapsa, sonuçları objektif kalarak değerlendirse, eğer mazoşist eğilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiğine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu.

Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya  da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu.

Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir şey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaşamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoğumuz karşılaşmayız. Karşılaşmayız ama, sanki karşılaşmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaştığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetişmediğinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani olumsuz yaşadığımız her durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaşarız. İşte ‘beynin aptal yanı’ dediğimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike değildir ama güzel beynimiz, o muhteşem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni ‘vur ya da kaç’ tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, daha sık solumaya başlarım. Benim güzel beynim dönüp bana,"‘Bak Emre’ciğim, adamın öldürmek istediği bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese bağlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaşadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doğal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleştirmesi karşısında yaşadığım yoğun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir şekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık ilişkisi yoktur. Yani öfkelenebileceğimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. Doğu felsefesinin oluşturduğu tüm pratiğin sonuçta bunu hedeflediğini söyleyebiliriz.

Beynin Güzel Yanı
Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi.
Şimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiğini görelim.

Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, başka bir grup hastaya da şeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileştirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç işe yarıyorsa, etkisinin diğerinden farklı olması gerekir. Buna da araştırma dilinde ‘placebo etkisi’ denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür.
Örneğin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs ağrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye başlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı bağlamayı içeriyordu. Damarı bağlanan hastaların %40’ında ağrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araştırmacılar, iyileşmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araştırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı bağlandı. Diğer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da ağrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu.

Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş.

Çoğumuzun yaşamında bedenimizin bir yerinde bir siğil çıkmıştır. Siğiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siğil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siğil yok etme" makinesi var. Kocaman bir şey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siğillerinin yok olduğunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siğillerin "git" dendiğinde gittiği görüldü. Örneğin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siğilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin sağ ya da sol tarafındaki siğillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor.

Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siğilli çocuğa sormuştu: "Siğilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan başladı ve sonuçta 15 dolara anlaştılar. Ertesi hafta siğili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı.

Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün.

Emre KONUK
Devamını okumak için tıklayın...

9 Mart 2013 Cumartesi

Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi | Sağ Beyin Sol Beyin |


İnönü PDR Blog'un bu haftaki teması olan ''Beynin İnsan Yaşamındaki Etkisi'' konusuna giriş mahiyetinde, insan beyni hakkında enterasan birkaç bilgi vermek istiyoruz. Ayrıca yazının sonunda, beynin sol ve sağ yarımküleri arasındaki ilişkiyi ve bu bölgelerin görevlerini daha iyi anlayabilmeniz için hazırlanmış bir sunuyu da bulabilirsiniz. 


İnsan beyniyle ilgili enteresan bilgiler

1. İnsan beyninin ağırlığı ortalama 1.3 kilogram civarındadır.

2. Beyniniz ölmeye başlamadan önce en fazla 4 ile 6 dakika arasında oksijensiz kalabilir.

3. Beyninizde tam 100 milyar sinir hücresi bulunuyor.

4. ‘İnsan beyninin yüzde 10'unu kullanıyor’ deyimi yanlıştır. Beynin her bölgesinin bir işlevi vardır.

5. Her insan doğduğunda aynı sayıda beyin hücresine sahiptir. Bu sayı altı yaşında maksimum seviyeye ulaşır.

6. Yeni doğan bir bebeğin beyni doğduktan sonraki ilk yılda tam üç kat büyür.

7. Dokunma duyusu ilk oluşan duyudur. Anne karnında oluşur.

8. Beyninizi sürekli çalıştırın çünkü beyinsel aktiviteler beyninizde yeni sinir hücrelerinin oluşmasını sağlar.

9. Her zaman pozitif düşünün. Araştırmalar doktorlara başvuranların yüzde 60'ının psikolojik nedenlerle doktora başvurduğunu ortaya koyuyor.

10. Beslenmenin beyne oldukça yararlı etkisi vardır. New York’ta yapılan bir araştırmada öğle yemeğinde yapay soslar ve takviyeler kullanmayanların IQ seviyelerinin diğerleine göre yüzde 14 daha yüksek olduğunu ortaya koydu.

11. Birşeyler hatırladığınız ve yeni düşünceler yarattığınız her an beyninizde yeni bağlantılar kuruyorsunuz.

12. Koku yoluyla edindiğiniz bir hatıranız, beyninizde kurulan en duygusal bağlantıdır.

13. Uykunuzu düzenleyin. Beyninizin en dinlendiği an uykuda oduğunuz anlardır.

14- Başınız ağrıdığında beyniniz hiçbir acı hissetmez. Olay tamamen acı reseptörleriyle bağlantılıdır.

Sağ ve Sol Beyin Sununu Linkten İndirebilirsiniz;

Devamını okumak için tıklayın...

Yoldan Çıkan Psikoloji Deneyleri

     Bilimde insanlarla deney yapmanın çeşitli riskleri olduğu için deney hayvanları bir alternatiftir, ancak söz konusu olan sosyal psikoloji deneyleri ise konu direk olarak insan olduğu için deney hayvanı kullanma şansı bulunmuyor. Hayvanlar konuşamadığı için ise beyne ya da psikolojiye ait pek çok konuyu araştırmak için insanların birebir kullanılması bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.

   Günümüzde sosyal psikoloji deneyleri katılımcılara zarar vermemek, bir zarar verilse dahi bunu telafi etmek üzerine kurgulansa da geçmişte bu etik kuralların bulunduğunu ya da bulunsa bile bilim insanlarının bu kurallara uymak konusunda çok da hevesli olduklarını söyleyemiyoruz. Ayrıca bazı etkenlerin insanda ne çeşit bir tepki yaratacağını ancak yine deneylerle gözlemlemek mümkün.

Tarihte yoldan çıkarak amaçlanandan farklı bir noktaya sapan, iyi niyetli başlasa da kötü sonuçlar doğuran, katılımcılarına acılar ya da kalıcı ruhsal bozukluklar yaşatan psikoloji ya da sosyal psikoloji deneylerinin ardında kabaca üç nedenin yattığını söyleyebiliriz:

1. Bilim insanının deneyi tasarlarken olabilecekleri ön görememesi, (“Kaş yaparken göz çıkarmak…”)
2. Bilim insanının etik kurallarını, insan ya da hayvan haklarını önemsememesi (“Zafer yolunda her şey mübahtır”)
3. Bilim insanının tezini kanıtlayabilmek için aşırı hırslı davranması ve deneyin başarısızlığının birinci dereceden etkileyeceği kişiler arasında kendisinin bulunmaması. (“El elin eşeğini türkü yakarak ararmış”)

Bu yazımızda katılımcılarına zarar veren ya da tahminlerin çok ötesinde sonuçlar verdiği için yarıda kesilen deneylerden bahsedeceğiz.

    “Canavar” Çalışması (1939)
Iowa Üniversitesi’nden, kendisi de kekemelikten mustarip olan [1] Wendell Johnson tarafından tasarlanan ve 1939 yılında 5 ila 15 yaş arasındaki 22 yetiştirme yurdu öğrencisiyle gerçekleştirilen deney, deneklerde kalıcı hasar yaratma konusunda akla gelen ilk örneklerden biridir [2].

Iowa Üniversitesi’nden, kendisi de kekemelikten mustarip olan [1] Wendell Johnson tarafından tasarlanan ve 1939 yılında 5 ila 15 yaş arasındaki 22 yetiştirme yurdu öğrencisiyle gerçekleştirilen deney, deneklerde kalıcı hasar yaratma konusunda akla gelen ilk örneklerden biridir [2].

10′u kekeleyen, 22 öksüz ve yetim çocuğun kontrol ve deney grupları olarak iki gruba bölündüğü çalışmada her iki gruba da diksiyon dersleri verilmiştir. Bir gruba doğru telaffuzlarında pozitif geri besleme verilirken, diğer gruba yaptıkları telaffuz hatalarında dayak atma ve kekeme olduğunun yüzüne vurulması gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir.

Bu 6 aylık çalışmanın sonuçları ortaya korkunç bir manzara çıkarmıştır: Negatif geri besleme alan gruptaki çocuklardan sadece kekeme olanlar değil, normal olanlar dahi hayatları boyunca konuşma güçlüğü çekmişlerdir.

Sonuçları halen Iowa Üniversitesi kütüphanesinde bulunan araştırma, tarihin tozlu sayfalarına gömülü idi. Ancak 2001 yılında California eyaletinde yayınlanan San Jose Mercury News konu hakkında bir makale kaleme aldı. Bu makaleyi ihbar kabul eden savcıların devreye girmesiye deney ulusal bir skandala dönüştü. Haberlerden sonra Iowa Üniversitesi özür diledi, ancak 2005 yılında Iowa yüksek mahkemesi davayı görüştü ve 2007 yılında kalıcı hasara uğramış 6 denek, toplamda 925.000 ABD doları tazminata hak kazandı.

Dava böyle sonuçlanmış, Wendell Johnson ve Iowa Üniversitesi suçlu bulunmuş olsa da bazı meslektaşları Wendell Johnson’ı savunuyorlar. Aslında Johnson saygın bir bilim adamı. Adı böyle bir deneyle tarihe kötü geçmiş olsa da konuşma bozuklukları ve kekemelik tedavisindeki başarılı çalışmaları sebebiyle hala iyi bir şekilde anılıyor. Üniversite’nin savunma zemini ise daha farklı: İnsan kullanılarak yürütülecek deneylerle ilgili Nuremberg Kanunları 1948 yılında yayınlandığından, 1939 yılındaki bu deney o günün kurallarına uygun görünüyor [3].

Bir diğer deneyi ise "Şiddet ve Boyun Eğme" başlıklı yazımızda paylaştığımız:
Milgram Deneyi (1963)
1963 yılında Yale Üniversitesi’nde Profesör Stanley Milgram tarafından tasarlanan deney insanların belli bir rol altında anonimleşerek kendi kimliklerinden sıyrılacağını ortaya koymayı amaçlıyordu. Denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundular ve 20 ila 50 yaşlar arasında toplumun her kesiminden erkekler seçildiler [4].

Katılımcılara grubun “öğretici” ve “öğrenci” olarak iki gruba bölündüğü bilgisi verildi. Oysa öğrenci tekti ve tüm katılımcılar öğretici olarak görev yapacaktı; tabi ki deneklerin bundan haberleri yoktu. Zira öğrenci bir işbirlikçi idi, ve iyi rol yapabilen bir muhasebeciydi. Denekler, rastgele verilen kağıtlardan “öğretmen” yazanın şans eseri kendilerine geldiğine inandırıldıktan sonra “öğretmen” ve “öğrenci” birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deney gözlemcisi -yine işbirlikçi-, gri bir laboratuvar önlüğü giyen, sert ve hissiz bir biyoloji öğretmeni rolünde idi.

Deney başlamadan önce “öğretmen”e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak “öğrenci”ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. Öğretmene daha sonra öğrenciye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu. Cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu – aslında elektrik verildikçe çığlık atılan, önceden kaydedilmiş bir kaset aracılığıyla öyle olduğu sanısı veriliyordu-. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra işbirlikçi, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ettiler. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başladı, ama bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam etti.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sırasıyla aşağıdaki sözlü uyarılarda bulunuluyordu:

1. Lütfen devam edin.
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”.

Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Sizce deneklerden ne kadarı 450 volta kadar çıkmış ve öğrenciyi öldürmeyi, öldürmese bile onu çok büyük acılara maruz bırakmayı göze almıştır? %5? %10? Hatta yarısı?

Milgram, deneyini gerçekleştirmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yapmış ve katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünmüştü. Psikiyatristler ise sadece onbinde 12’sinin (%0,12) 450 volta kadar çıkabileceğini düşünmüşlerdi [5]. Oysa sonuçlar dehşet vericiydi: Bu ilk deneyde 40 denekten 26’sı, yani %65′i deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu -her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da- uygulamışlardı. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi, ancak bir çoğu bunu yapmamıştı. Hatta katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmemişti.
 Üçüncü Dalga Deneyi başlıklı yazımızda sizlerle daha önce paylaşmış olduğumuz deney:

Üçüncü Dalga (1967)
Milgram Deneyi’yle benzer özellikler taşıyan bu deney, California, Palo Alto’da bulunan Cubberley Lisesi’nde, tarih dersi kapsamında gerçekleştirilmiştir. “Nazi Almanyası” konusu kapsamında gerçekleştirilen uygulamanın amacı demokratik toplumların dahi faşizme meyilli olduklarını anlatmayı amaçlamış, ve aslında deneyin sahibi, tarih öğretmeni Ron Jones bir bakıma bunu kanıtlamıştır da.

Jones ilk gün bir kaç basit kural getirmiştir: Ders zili çalmasıyla birlikte öğrenciler 30 saniyede yerlerini alacak, söz almadan ve ayağa kalkmadan konuşmayacak, söz alırsa söyleyecekleri üç beş kelimeyi geçmeyecek ve her cümlelerinin sonunu “Bay Jones” diye bitireceklerdir.

İkinci gün Jones mevcut sınıfın özel olduğunu belirtmiş, diğerlerinden ayırmış ve disiplinin sağlanmasından sorumlu kılmıştır. Onlara “Üçüncü Dalga” adını veren Jones, bir okyanusun en güçlü dalgasının üçüncü dalga olduğu gibi sahte bir efsane uydurarak ismi anlamlandırmıştır. Bu gruba Nazi selamını öğreten Jones, bu grup öğrencilerinin sadece sınıfta değil, dışarıda dahi birbirlerini bu şekilde selamlamalarını emretmiştir. Öğrenciler bu kurala istisnasız uymuşlardır.

Üçüncü gün Jones deneyin kapsamını büyüterek okula yaymıştır. Gün başında 30 öğrencilik sınıf, 13 katılımcıyla beraber 43′e yükselmiştir. Öğrencilerin hepsi derslerine hevesle sarılmaya başlamış, katılımlarında artış olmuştur. Ron Jones’un konuyla ilgili kendisinin kaleme almış olduğu makalede belirttiğine göre, kimi öğrenciler “İlk defa adam akıllı bir şeyler öğrendiklerini” beyan etmişler ve hatta “Bay Jones, niçin diğer konuları da bize böyle öğretmiyorsunuz?” şeklinde sitem etmişlerdir [6].

Kendilerine bir üye kartı düzenleyen öğrenciler, bir de logo tasarlayarak kurumsallaşmışlardır ve grup üyesi olmayan öğrencileri sınıfa sokmamışlardır. Yeni üye bulma koşul ve kurallarının da belirlendiği üçüncü günün sonunda toplam katılımcı sayısı 200′ü bulmuştur. Gün içerisinde bazı grup üyeleri diğer grup üyelerini kurallara uymadıkları gerekçesiyle jurnallemeye başlamışlardır.

Dördüncü gün Jones, öğrencilerin projeye haddinden fazla dahil olduklarını, disiplin kurallarına görülmemiş bir liyakatle bağlandıklarını farkedince, olayların kontrolden çıkacağını sezerek deneyi durdurmuştur ancak bunu yaparken, bu hareketin ulusal bir hareket olduğunu, ertesi gün, yani cuma günü başbakanlıktan bir açıklama yapılacağını belirterek yapmıştır. Ertesi gün vaat ettiği gibi sınıfa bir televizyon getiren Jones, bir kaç dakika karıncalı ekran izlettikten sonra gerçeği açıklamış, bunun Nazi Rejimi dersi kapsamında faşizmi anlatmak için yaptığını belirtmiş, hemen ardından bir Nazi belgeseli izleterek amacını doğrulamıştır.

Çocukların olayı velilerine söylemesinden sonra gerçekleşenler ilginçtir: Bir haham (konu Nazi Almanyası olduğunda yahudi olan ABD vatandaşları daha hassastırlar) velilerin kaygılarını iletmek için Jones’u aramışlardır. Jones amacını anlattıktan sonra haham velilerin kaygılarını giderme sözü vermiş hatta deneyin bir parçası olmuştur [6].

En nihayetinde deney sonlanmış ve deneyin okul yönetimince duyulmasından sonra Jones çalıştığı okuldan kovulmuştur ama kovulma gerekçesinin bu deney olduğu resmi olarak belirtilmemiştir [7].

Ron Jones’un Üçüncü Dalga deneyi, 2008 yılında Alman yapımı “Die Welle” adlı filmde işlenerek beyaz perdeye aktarılmıştır.

    Zimbardo Hapishane Deneyi (1971)
Zimbardo deneyi, beyaz perdeye de farklı şekillerde yansımış olan bir deneyi konu alır. 1971 yılında Stanford Üniversitesi ve ABD Deniz Kuvvetleri ile ortaklaşa gerçekleştirilen bu deneyi kabaca özetlersek, hiçbir psikolojik sorunu bulunmayan sıradan insanların bir deney için hapishane ortamına sokulmaları ve gardiyan ve mahkum olarak ikiye bölünmeleri sonrasında neler olduğunu incelemiştir. Asıl amaç kişilerin sosyal rollerine nasıl ve ne kadar kolay uyum sağladıklarını gözlemleyebilmektir ancak çok başka sonuçlar doğurmuştur.

2001 yılı Alman yapımı “Das Experiment” filmi Stanford Hapishane Deneyi’nde yaşananları konu almaktaydı. Ancak yukarıdaki fotoğraflar gerçek deneyden… (12)

Stanford Üniversitesi’ne ait bir binanın altında kurulan hapishane benzeri odalarda gerçekleştirilen deneyde, mahkûmlar daha ilk günden edilgen, gardiyanlar ise daha ilk günden agresif olmak üzere, rollerine çok çabuk bir şekilde uyum sağlamışlardır. İkinci günden itibaren deney öngörülenden daha fazla duygusal şiddet barındırmaya başlamış ve iki hafta olarak planlanan deney 6. gününde mecburen sona erdirilmiştir.

Zimbardo deneyi öngörülen sınırların dışına çıkıp deneklerine tehlikeli ve psikolojik olarak hasar veren bir duruma gelmiştir. Mahkûmların ikisi daha deneyin başında zorunlu olarak deneyden ayrılmışlardır. Birçok mahkûm duygusal olarak travma geçirirken gardiyanların üçte biri “gerçek” sadistik eğilim sergilemekten yargılanmıştır.

Konuyla ilgili müdahalede bulunulmamasından dolayı eleştirilen Philip Zimbardo, bir gözlemci bulunması halinde deneyin gerçek sonuçlar vermeyeceğini düşünüldüğünden gözlemci bulundurulmadığını ve müdahalede bulunulmadığını belirtmiştir [8].

    David Reimer Vakası (1966)
Tarihte bir vaka daha var ki, yukarıda saydığımız deneylerden bir çok yönüyle ayrılmaktadır, fakat yine de bir bilim insanının hatasının ya da hırsının hastayı ya da deneği nerelere sürükleyebileceğini göstermesi açısından manidardır. Ayrıca söz konusu deney, on iki yıl kadar uzun sürmüş, psikoloji sınırlarını aşmış ve çeşitli ameliyatları ve hormon tedavilerini de içermiştir.

“Bir süre için gerçekten de şirin, küçük bir kız çocuğu gibi davranan Brenda (David) ve ikiz kardeşi Brian Reimer için her şey sütlimanken zamanla durum değişmiştir.” [9]

22 Ağustos 1965 yılında Kanada’da ikiz kardeşi Brian Reimer ile birlikte Dünya’ya gelen David Reimer adındaki erkek çocuk, 8 aylıkken ailesi tarafından sünnet ettirilmek istenmiş, sünnet sırasında kazara penisi yanmış ve hasar görmüştür. Profesyonel destek almak isteyen aile Baltimore’daki John Hopkins Hastanesi’ne, televizyondaki bir programda cinsiyet konuları tartışılırken tanıdıkları ve gayet de bilgili gördükleri Psikolog John Money’e başvurmuşlardır. Psikolog John Money durumu dinledikten ve inceledikten sonra aileyi bebeğin cinsiyetini değiştirmek üzere yönlendirmiş ve bu seçeneğin kesinlikle daha iyi olacağını söylemiştir. Ancak John Money, cinsiyetin doğuştan gelmediği ve öğrenilmiş olduğuna yönelik bir teorinin taraftarı olduğunu ve bir ikiz kardeşi de bulunduğu için aynı zamanda kontrollü deney olanağı sağlayacak olan David Reimer’ı bu teoriyi ispatlamak adına denek olarak kullanmak istediğini itiraf etmemiştir.

David’in testisleri 22 aylıkken orşidektomi operasyonuyla alınmıştır ancak henüz yapay bir vajina tesis edilmemiştir. Ona yeni bir isim verilmiştir: Brenda. Vakaya epey vakit ayıran Money, sosyal öğrenme yoluyla cinsiyetin sağlıklı bir şekilde değiştirilebilmesini garanti altına almak için enteresan uygulamalarda da bulunmuştur. Çocuklukta gerçekleşen seks provalarının cinsiyetin edinilmesinde önemli rolü olduğunu düşünen Money, kardeşleri cinsiyetlerine göre çeşitli cinsel pozisyonlara sokmuş, hatta bir kısmını fotoğraflamıştır. Bir başka uygulamada da ikisini de soyarak birbirlerinin cinsel organ farklılıklarını incelemelerini istemiştir[10].

Bir süre için gerçekten de şirin, küçük bir kız çocuğu gibi davranan Brenda (David) ve kardeşi için durum sütlimanken zamanla durum değişmiştir. Göğüslerinin gelişmesi için verilen östrojen işe yaramamış, kendisine bir kız çocuğuymuş gibi davranılmasına rağmen Brenda kendisini bir kız çocuğu gibi hissetmemiştir. 22 aylıkken gerçekleşen operasyondan ergenlik çağına kadar karın bölgesinde tesis edilmiş bir delik aracılığıyla idrarını yapan Brenda, tekrar Baltimore’a götürülürse intihar edeceğini beyan edince ona yapay bir vajina tesis edilmesini isteyen Dr. Money ile ilişkiler kesilmiştir. 13 yaşında iken, endokrinoloğu (salgı sistemi/hormonal sistem uzmanı) ve psikiyatristinin tavsiyesiyle birlikte, aile Brenda’ya gerçekleri açıklamıştır. Brenda, tekrar David adını almış, bir süre sonra da ameliyatla süreç tersine çevrilmiştir. Ayrıca 1990 yılında Jane Fontain ile evlenmiş, onun üç çocuğuna babalık yapmıştır.

Maalesef Reimer kardeşler için hayat mutlu bitmemiştir.
Money’nin terapi uygulamalarından kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilinmiyor ancak şizofreni hastası olan Brian, 2002′de aşırı dozda şizofreni ilacı alımı sebebiyle hayatını kaybetmiştir [11]. Ağabeyinin acısını yaşayan David, 2 Mayıs 2004′te bir de karısı Jane’in kendisinden boşanmak istediğini öğrenmiştir. 5 Mayıs 2004′te henüz 38 yaşındayken kendi kafasına kurşun sıkmak suretiyle intihar etmiştir [10],[11].

Brian’ın sahip olduğu şizofreninin ve David’in intiharının sebebinin kesin olarak Money’nin uygulamaları olduğu iddia edilemez. Her şeyden önce David, sünnet uygulaması sırasında cinsel organını kaybettiği için daha sekiz aylıkken ruh sağlığı açısından olası bir olumsuz geleceğe aday olmuştur. Ancak burada doktorun hastasını taraftarı olduğu bir teori uğruna denek olarak kullanması, David Reimer’ı yazımızın konusu haline getirmiştir.
Kaynaklar:
[1] Gretchen Reynolds, The Stuttering Doctor’s ‘Monster Study’ http://www.nytimes.com/2003/03/16/magazine/the-stuttering-doctor-s-monster-study.html
[2]* 10 Psychological Experiments That Went Horribly Wronghttp://brainz.org/10-psychological-experiments-went-horribly-wrong/
[3] Robert Goldfarb, ETICS, The Case Study from Fluency,http://www.nicholasjohnson.org/wjohnson/hsr/njhsr512.pdf
[4] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/Milgram_experiment
[5] Thomas Blass, Obedience to Authority. (Taylor & Francis, 2000)
[6] Ron Jones’un kendi kaleminden “The Third Wave”, http://libcom.org/history/the-third-wave-1967-account-ron-jones
[7] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/The_Third_Wave
[8] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/Stanford_prison_experiment
[9] Resim kaynağı: http://unknownmisandry.blogspot.fr/2012/07/gender-is-hoax.html
[10] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Reimer
[11] BBC yapımı olan ve David Reimer’ın hayatını konu alan bir belgesel bulunmaktadır:http://documentarystorm.com/dr-money-and-the-boy-with-no-penis/
[12] Resim kaynağı: http://www.manoneileen.com/2011/04/18/dyk-14-abu-ghraib-stanford-prison-experiment/
Devamını okumak için tıklayın...