Dahi çocuk Adora Svitak dünyanın "çocuksu" düşünmeye ihtiyacı olduğunu söylüyor: cesur fikirler, çılgın yaratıcılık ve özellikle iyimserlik. Yetişkinlerin çocuklara öğretmek kadar onlardan öğrenecekleri şeyler olduğunu kabul etmeleri durumunda çocukların büyük düşlerinin büyük beklentileri hak ettiğini düşünüyor Adora.
28 Şubat 2013 Perşembe
Yetişkinlerin Çocuklardan Öğreneceği Çok Şey Var
En Etkili 10 Psikoloji Deneyi
Psikoloji insan davranışı ve doğasıyla ilgili olan zihinsel süreçleri inceler. Psikoloji bilimi tarihinde dikkate değer birçok deney vardır. Bazı deneyler, kabul etmek istemeyeceğimiz, fakat en azından alçak gönüllü olmamıza yardımcı olan; insanların düşünce ve davranışları hakkında yol gösteren önemli araştırmalardır. Brainz.com bu deneylerden en etkili 10 tanesini yayınladı. Bunların dışında da önemli bir yere sahip birçok deney var. Sizler de aklınıza gelen önemli deneylerden ‘Yorumlar’ kısmında bahsedebilirsiniz.
1. : ‘Sineklerin Tanrısı’: Sosyal Kimlik Kuramı
Robbers Cave deneyi, Oklahoma devlet parkında 11 yaşındaki erkek çocuklardan oluşan iki grupla yapılmıştır. Deney, insanların nasıl kolayca grup kimliğine adapte olduğunu ve grubun dışındakilere önyargı ve düşmanca tavırlar göstererek dejenere olduğunu gösteriyor.
Araştırmacı Muzafer Sherif 3 seri deney yapmıştır. İlkinde gruplar ortak bir düşmana karşı bir araya getirilir. İkinci olarak gruplar araştırmacılara karşı bir araya gelir. Son olarak da deneyde gruplar birbirlerine karşı pozisyonda olurlar.
2. Standford Hapishane Deneyi: Gücün Etkisi
Çok eleştiri alan bu deneyde araştırmacılar insanın kalbindeki şeytani derinlikleri su yüzüne çıkartmış ve kısa bir süre sonra deney sonlandırılmıştır.
Psikolog Philip Zimbardo, katılımcılarını ‘mahkum’ ve ‘gardiyan’lar olmak üzere iki gruba ayırır. Deney Standford Üniversitesi’nin bodrum katında oluşturulan yapay bir hapishanede gerçekleştirilir. Mahkumlar önce tutuklanıp, tüm giysileri çıkarılarak aranmış, saçları traş edilmiş ve diğer suistimallere maruz kalmıştır. Gardiyanlara ise jop verilir.
Mahkumlar ikinci günde isyan eder ve buna karşın gardiyanların yanıtı hızlı ve şiddetli olur. Çok geçmeden, gardiyanlar kendi rollerini diğerlerini kışkırtarak ve suistimal ederek tamamen benimser, mahkumlar ise daha uysal ve itaatkar davranır.
Bu deney insanların şeytani eğilimlerini doğrulayan bilimsel kanıtlardan biridir. Deneyin 14 gün sürmesi tasarlandığı halde, artan şiddet sebebiyle 6 günde bitirilmiştir.
3. Otoriteye İtaat: İnsanın Zalim Olma Kapasitesi
1963’te psikolog Stanley Milgram, insanlara zarar verilmesi emredildiğinde insanların otoriteye olan itaat eğilimlerini test etmek için bir deney düzenler. Dünya halen İkinci Dünya Savaşında Almanya’da korkunç şeylerin nasıl gerçekleştiğini merak ediyor. Milgram’ın denekleri ‘öğretmen’ ve ‘öğrenciler (deneyden haberdar oldukları gizlenir)’ olarak ikiye ayrılır. Öğretmenler yanlış cevapladıklarında öğrencilere elektrik şoku verirler. Daha kötüsü, onlara yanlış cevaba devam edildiğinde şokun artırılması söylenir.
Başka bir odada olduğu için görünmeyen fakat çığlıkları ve haykırışları duyulan öğrencilere rağmen (aslında hepsi sahte), labaratuvar görevlileri emrettiklerinde öğretmenler daha şiddetli şok vermeye devam eder. Hatta öğrencilerin bilincini kaybettikleri söylendiğinde bile devam ederler! Sonuç? Sıradan insanlar otoritenin emirleri doğrultusunda her türlü etik ve ahlak dışı şeyler yapabilir hale gelebiliyor.
4. Uyum: Yalan Söyleyen Gözlerine İnanma
Grup dinamikleri ve önyargılarını ele alan sosyal kimlik kuramı psikologları, grup üyelerinin aralarındaki uyumu sağlamalarının ne kadar doğal olabileceğini incelediler. 1951 yılında Solomon Ash, bireysel yargının grup tarafından ne kadar etkilenebileceğini belirlemeye koyuldu.
Test esnasında üniversite öğrencilerinden, kesin yanlış cevap veren (rol yapan) diğer katılımcıların ardından bir karar vermeleri istendi. Sonuçta katılımcıların yarısı kendilerine sıra geldiğinde aynı yanlış cevabı verdiler. Katılımcıların %25’i yanlış cevap verenlerin egemenliğini reddederken sadece %5’i herzaman kalabalığı takip etmiştir. Bulgulara göre insanların üçte biri doğru bildiklerini görmezden gelip grubun ısrar ettiği yanlışı seçiyor. Bir kişi grubun etkisi altındayken sizce başka neler yapabilir?
5. Kendimize Karşı Yalancılık: Bilişsel Uyumsuzluk (Cognitive Dissonance)
Biri insanların kendi hislerini, inançlarını ve arzularını görmezden gelmede ya da kendilerine yalan söylemede (ve bununla paçasını kurtarmada) oldukça iyi olduğu konusunda şüphelenmeye başlamış olmalı. 1959’da psikologlar; bir kişi kendi deneyimlerini ne kadar görmezden gelebilir, hatta doğru olmadığını bilmesine rağmen karşısındakini ikna etmeye yardım edebilir mi diye görmek istedikleri için yalanın seviyesi üzerine bir deney tasarladılar.
İnsan kapasitesinin bilişsel uyumsuzluğu sürdürmesi, iyi dizayn edilmiş birçok deney sayesinde doğrulanmıştır. Bu kapasitenin bir gruba katılma ve uyma, kendi değer ve inançlarımızın diğerlerininkiyle desteklenme isteğiyle bağlantısı var. Belki bu eğilimleri bilerek, kendi yalanlarımıza fazla inanmaktan kaçınmayı öğrenebiliriz.
6. Hafıza Manipülasyonu: Ne Gördüğünü Gerçekten Biliyor Musun?
1974’te araştırmacılar hafızanın güvenilirliğini ve gerçeklerin manipüle edilip edilmediğini test etmek için bir deney hazırladılar. 45 kişi araba kazasına dair bir film izlediler. Bu kişilerden dokuzundan arabanın ‘çarpma’ anında ne kadar hızlı gittiğini değerlendirmeleri istendi. Diğer gruptan dördüne hemen hemen benzer bir soru soruldu fakat çarpma kelimesinin yerine ezmek , çarpışmak, vurmak ve değdi kelimeleri kullanıldı.
‘Çarpma’ kelimesini içeren sorular için arabaların hızları, ‘değdi’ kelimesini içerenlere göre 10 mil daha hızlı olarak değerlendirildi. Bir hafta sonra katılımcılara kırılan camlar (kazanın daha ciddi olduğunun göstergesi olarak) ve filmde olmamasına rağmen kırılan camı hatırlamalarını daha çok kolaylaştıracak diğer kelimeler kullanıldı. Tek bir betimleyici kelimenin bile hafızamızdaki bir olayı degiştirebilmesi oldukça etkileyici gözüküyor!
7. Sihirli Hafıza Numarası: 7
Psikolog George Miller 1956 yılında, 7 rakamının zihinde bilgi tutarken ya da gazete okurken anahtar sayı olduğunu iddia etti. Kimi zaman daha çok kimi zaman da daha az; fakat rakam herzaman 7 civarındaydı. Miller bunun üzerine kısa süreli hafızada tutulabilecek sayının ‘sihirli’ 7 olduğu (+/- 2) kuramını geliştirdi.
Yakın dönemdeki çalışmalar insanların grup şeklinde bilgileri kısa süreli hafızada tutabildiklerini (normalden daha fazla bilgiyi içerebildiği halde) ve bunların da 7 rakamıyla ilişkili olduğunu (+/- 2) buldular. Belki de insanların kültürel inanç sistemlerinde 7’nin özellikle önemli olmasının nedeni budur!
8. Kitle Paniğinin Anatomisi: Dünyalar Savaşı
Orson Wells 1938 yılında H.G. Wells’in War of the Worlds adlı romanının bir adaptasyonunu radyoda yayımladı. Bu durum, yayını dinleyen yaklaşık 6 milyon kişiden 3 milyonu için paniğe sebep oldu. Princeton psikologları daha sonra New Jersey sakinlerinden 135’iyle radyo yayınına verdikleri tepki üzerine görüşme yaptı.
Endişelenen insanların büyük bir çoğunluğu -en eğitimlileri bile- yayının geçerliliğini asla test etmemiş ve sadece radyo yayını olduğu için (otoriter güç) itimat etmişler. Günümüzde bu kadar kolay kanmayacağımızı düşünebiliriz, fakat çok da emin olmayın. Medyanın duygularımız ve isteklerimiz üzerindeki manipülasyonu düşünün!
9. Pazarlık Masası: Tehditler İşe Yaramaz
Neyse ki, bireylerin davranışları, grupların davranışsal ‘norm’larından daha az yanıltıcı ve daha az şiddetli. Bireyler ve gruplar arasındaki diplomasi sahasında, insanlar diğerlerinden istedikleri ya da ihtiyaç duydukları imtiyazı almaya çalışırlar. Genellikle mübadele etmekten vazgeçmezler. Araştırmacılar Morgan Deutsch ve Robert Krauss 1962’de insanlar arasındaki anlaşma sanatına ilişkin iki faktörü incelediler: iletişim ve tehtid.
Ekonomiyle ilgili bu karışık deney sonucunda, ister tek taraflı ister iki taraflı koalisyonlarda karşılıklı ilişkiler kurmanın her grup için daha yararlı olduğu bulundu. Kapitalist rekabetçiler için tam olarak heyecan verici bir durum olmasa da şu anki ekonomik durumda iyileşme süreci için bu deneyin sonucunun akılda tutulması faydalı olabilir.
10. Risk Davranışı: İhtimal Teorisi
Psikoloji insan davranışı ve doğasıyla ilgili olan zihinsel süreçleri inceler. Psikoloji bilimi tarihinde dikkate değer birçok deney vardır. Bazı deneyler, kabul etmek istemeyeceğimiz, fakat en azından alçak gönüllü olmamıza yardımcı olan; insanların düşünce ve davranışları hakkında yol gösteren önemli araştırmalardır. Brainz.com bu deneylerden en etkili 10 tanesini yayınladı. Bunların dışında da önemli bir yere sahip birçok deney var. Sizler de aklınıza gelen önemli deneylerden ‘Yorumlar’ kısmında bahsedebilirsiniz.
Kaynak: Ruh Doktoru
21 Şubat 2013 Perşembe
Duygular-Kıskançlık
Uzman Psikolog Dilek Doğu'ya ait yazıyı sizlerle paylaşmak istedik.
Duygu; insana has ve insanın içinde bulunduğu durumu anlatan bir sözcüktür. mutlu-mutsuz, öfkeli-korkulu-coşkulu gibi…
Düşüncelerden kaynaklanan duygular yaşantısal eylemlerle değişkenlik gösterir.
Sınavına yeterince hazırlanabilmiş bir öğrenci ile hazırlanamamış bir öğrencinin sınav ortamını farklı algılaması düşüncelerden kaynaklanır ve fizyolojik belirtilerle de gözlenebilir. Birisi için aynı ortam heyecen veren bir yarış gibi algılanırken diğeri için bir tehdit veya tehlike gibi algılanabilir. Kimisinde güven, umut, heyecan yaratırken kimisinde de sıkıntı, kaygı ve korku yaratır.
Duygular, bilişsel ve fizyolojik tepkilerle ortaya çıkar ve davranışları belirler. Hayranlık, gurur, heyecan, sevgi, aşk, coşku gibi duyguların yanında haset, kıskançlık, korku, nefret, öfke gibi yakıcı zorlayıcı duygular da vardır.
Bugün varlığı ile kişiyi zorlayan, bunaltan ve sonunda istenmeyen davranışlara götürebilen yakıcı duygulardan kıskançlık tan bahsetmek istiyorum.
Kıskançlık; hemen her yaşta, her kültürde ,her insanda varolabilen bir duygudur. Uzun yıllardan bu yana felsefe, edebiyat, sosyoloji, antropoloji, klinik psikoloji ve sosyal psikolojinin konuları arasında yer almıştır.
(1948-1980) Kurt Lewin kıskançlığın ; “karmaşık bir duygu oluşunu yalın bir kavram ve duygu değil,duygular ve tepkiler karmaşasıdır” diye açıklamıştır.
İlişkiler açısından kıskançlık önemli ve değer verilen bir kişinin başka bir kişiyle ilişki kurması ya da kurulabilir kaygısıyla başlayan, öfke, mutsuzluk ve korku duygularıyla beslenen yakıcı bir duygudur.
İlişkiler söz konusu olduğunda, kadınlar mı? erkekler mi? daha kıskançtır? sorusuna kıskançlıkla cinsiyet arasındaki ilişkiyi ölçmek için Pines ve Aronsan (1983) bir araştırma yapmışlar ve kıskançlık düzeyi açısından bir farklılık bulamamışlardır.
Kıskançlık ve yaş arasında da araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalardan bazılarına göre anlamlı, bazılarına göre de anlamsız bir ilişki (koralasyon) vardır.
Ancak (zihinsel, nörolojik, bellek sorunları baş gösteren ) ileri yaşlarda kıskançlık hezeyanları yaşayanların, eşlerini oğullarından hatta torunlarından kıskandıklarını gözlemekteyiz.
White’ın kıskançlık duygusunun düşük benlik saygısı ve yetersizlik duygularının sonucudur varsayımını bazı araştırmalar desteklerken, bazı araştırmalar da kıskançlık ile düşük benlik saygısı ve yetersizlik duygusu arasında anlamlı bir ilişkinin bulunmadığını göstermektedir.
İlişkiler açısından bakıldığında, kıskançlıkla baş etmede şu iki noktadan söz edebiliriz.
1-İlişkiyi korumak
2-Benlik saygısını korumak
Bryson da 1991 yılında yaptığı araştırmada bu iki yönde hem kadınların hem de erkeklerin benzer çabalar içinde olduğunu saptamıştır.
Çeşitli araştırmaların sonuçlarına bakarak söyleyebiliriz ki; genel olarak kadınların daha çok duygusal , erkeklerin ise saldırganlığa dayalı fiziksel tepkiler verdiklerini gözlemekteyiz. Bağırma, küfür, tehdit, takip, fiziksel şiddet, kısıtlama, ilişkiyi bitirme, cana kast gibi….
İlişkideki doyum arttıkça ve ilişkini süresi uzadıkça kıskançlığın azaldığını hem araştırma sonuçlarına hem de gözlemlerimize dayanarak söyleyebiliriz. İlişkinin türü de (evli veya evli olmamak) kıskançlık duygusunun şiddeti, süresi, verilen tepkiler açısından farklılıklar göstermektedir.
Evli olmayanların evli olanlara nazaran daha fazla duygusal ve bilişsel tepkiler verdikleri,
(querreo ve arkadaşları)1993 de yaptıkları araştırmada evli olmayanların evli olanlara kıyasla daha fazla yıkıcı baş etme yöntemlerine başvurduklarını saptamıştır.
Buunk 1981 de yaptığı araştırmada evli olmayanların evli olanlara göre daha fazla kıskançlık gösterdikleri sonucuna varmıştır.
Toplumda kıskançlık duygusunu daha çok erkeklerin yaşadığı inancından yola çıkarsak;eşini, sevgilisini, nişanlısını kaybetme korkusu yoğun kıskançlık duygusu yaratır ve giderek artan kıskançlık duygusu eleştiri, yargılama, suçlama, kısıtlama, herşeyine (kıyafetine,arkadaş, aile, dost ilişkilerine,işine,mesleğine) müdahalelerle kadına zarar vermeye başlar. Hakaret, şiddet ve cana kasta kadar gider.
Aşırı ilgi ve vericiliğin, sevgisini aşırı jestlerle gösteren davranışların altında da partnerini kaybetme korkusu yatar diyebiliriz. Eşine sevgisini, ilgisini göstermeyi zayıflık olarak gören ve böyle koşullanan erkek, güçlü görünmek adına kaygı ve korkularını saklayacak, olumlu, güzel duygularını da kadınını şımaracağı, onun tarafından kullanılabileceği düşüncesiyle paylaşmayacaktır. Kadın önemsenmediği, anlaşılmadığı, sevilip beğenilmediği duygusuyla; erkek de kaybetme korkusuyla paylaşımı az olan döngüsel ve kısır bir ilişki içinde mutsuzlukları biriktirmeye başlayacaklardır. Bu mutsuzluklar ve doyumsuzluklar, yalnızlıkları ve ayrılıkları, boşanmaları getirebilecektir.
Kıskançlık hemen her insanda derece farkıyla bulunan bir duygu olup, özellikle romantik ilişkilerde çoğu insanın en azından bir kez hissettiği bir duygudur. Kıskançlık; gerçek bir nedene dayanıyor ise sağlıklı, gerçek bir nedene dayanmıyor ise sağlıksız bir kıskançlık diye nitelendirilebilir. Sağlıksız kıskançlık; ilişkilerde ilişkiyi zorlayan, riske eden en önemli sebeplerdendir. Kıskanan kişi yoğun bir kaygı,korku,öfke üçgeniyle , kıskanılan kişi de kontrol edilmenin, baskı ve kısıtlamanın sıkıntısıyla bunalır ve ilişki içinden çıkılamaz bir hal alır.
Toplumsal koşullanmalar dozunda kıskançlığı destekler. İlişkinin başında ilişkiye sahip çıkılmak, önemsenmek, arzu edilmek, benimsenmek, kabul görmekle eşleştirilen kıskançlık oyunları hoş görülebilir, ancak patolojik, marazi kıskançlığa giden davranışları sergileyen kişileri uzak durulması gereken partnerler,kişiler olarak görmek gerekir diyebiliriz.
Kıskançlık çok can acıtıcıdır. Çünkü; kıskançlıkta kıyas, karşılaştırma vardır. Bir başkası
-daha güzel,
-daha alımlı,
-daha akıllı,
-daha zeki,
-daha başarılı,
-daha imkanlı,
-daha zengin,
-daha çok istenen ve tercih edilendir……
Bu duyguyla baş edebilmesi için kişinin kendi özsaygısını kazanabilmesi,kendi özelliklerini, güzelliklerini, başarılarını görmesi farkındalık kazanması ve destek alması gerekir. Bu desteği sağlayacaklar yakın aile çevresi, dost ve arkadaşları, önemli destek gruplarıdır. Elbette psikoterapinin önemini de göz ardı etmeden, kişinin kendi isteğiyle bir danışmadan psikoterapi alması başarıyı arttıracaktır.
Devamını okumak için tıklayın...
Duygu; insana has ve insanın içinde bulunduğu durumu anlatan bir sözcüktür. mutlu-mutsuz, öfkeli-korkulu-coşkulu gibi…
Düşüncelerden kaynaklanan duygular yaşantısal eylemlerle değişkenlik gösterir.
Sınavına yeterince hazırlanabilmiş bir öğrenci ile hazırlanamamış bir öğrencinin sınav ortamını farklı algılaması düşüncelerden kaynaklanır ve fizyolojik belirtilerle de gözlenebilir. Birisi için aynı ortam heyecen veren bir yarış gibi algılanırken diğeri için bir tehdit veya tehlike gibi algılanabilir. Kimisinde güven, umut, heyecan yaratırken kimisinde de sıkıntı, kaygı ve korku yaratır.
Duygular, bilişsel ve fizyolojik tepkilerle ortaya çıkar ve davranışları belirler. Hayranlık, gurur, heyecan, sevgi, aşk, coşku gibi duyguların yanında haset, kıskançlık, korku, nefret, öfke gibi yakıcı zorlayıcı duygular da vardır.
Bugün varlığı ile kişiyi zorlayan, bunaltan ve sonunda istenmeyen davranışlara götürebilen yakıcı duygulardan kıskançlık tan bahsetmek istiyorum.
Kıskançlık; hemen her yaşta, her kültürde ,her insanda varolabilen bir duygudur. Uzun yıllardan bu yana felsefe, edebiyat, sosyoloji, antropoloji, klinik psikoloji ve sosyal psikolojinin konuları arasında yer almıştır.
(1948-1980) Kurt Lewin kıskançlığın ; “karmaşık bir duygu oluşunu yalın bir kavram ve duygu değil,duygular ve tepkiler karmaşasıdır” diye açıklamıştır.
İlişkiler açısından kıskançlık önemli ve değer verilen bir kişinin başka bir kişiyle ilişki kurması ya da kurulabilir kaygısıyla başlayan, öfke, mutsuzluk ve korku duygularıyla beslenen yakıcı bir duygudur.
İlişkiler söz konusu olduğunda, kadınlar mı? erkekler mi? daha kıskançtır? sorusuna kıskançlıkla cinsiyet arasındaki ilişkiyi ölçmek için Pines ve Aronsan (1983) bir araştırma yapmışlar ve kıskançlık düzeyi açısından bir farklılık bulamamışlardır.
Kıskançlık ve yaş arasında da araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalardan bazılarına göre anlamlı, bazılarına göre de anlamsız bir ilişki (koralasyon) vardır.
Ancak (zihinsel, nörolojik, bellek sorunları baş gösteren ) ileri yaşlarda kıskançlık hezeyanları yaşayanların, eşlerini oğullarından hatta torunlarından kıskandıklarını gözlemekteyiz.
White’ın kıskançlık duygusunun düşük benlik saygısı ve yetersizlik duygularının sonucudur varsayımını bazı araştırmalar desteklerken, bazı araştırmalar da kıskançlık ile düşük benlik saygısı ve yetersizlik duygusu arasında anlamlı bir ilişkinin bulunmadığını göstermektedir.
İlişkiler açısından bakıldığında, kıskançlıkla baş etmede şu iki noktadan söz edebiliriz.
1-İlişkiyi korumak
2-Benlik saygısını korumak
Bryson da 1991 yılında yaptığı araştırmada bu iki yönde hem kadınların hem de erkeklerin benzer çabalar içinde olduğunu saptamıştır.
Çeşitli araştırmaların sonuçlarına bakarak söyleyebiliriz ki; genel olarak kadınların daha çok duygusal , erkeklerin ise saldırganlığa dayalı fiziksel tepkiler verdiklerini gözlemekteyiz. Bağırma, küfür, tehdit, takip, fiziksel şiddet, kısıtlama, ilişkiyi bitirme, cana kast gibi….
İlişkideki doyum arttıkça ve ilişkini süresi uzadıkça kıskançlığın azaldığını hem araştırma sonuçlarına hem de gözlemlerimize dayanarak söyleyebiliriz. İlişkinin türü de (evli veya evli olmamak) kıskançlık duygusunun şiddeti, süresi, verilen tepkiler açısından farklılıklar göstermektedir.
Evli olmayanların evli olanlara nazaran daha fazla duygusal ve bilişsel tepkiler verdikleri,
(querreo ve arkadaşları)1993 de yaptıkları araştırmada evli olmayanların evli olanlara kıyasla daha fazla yıkıcı baş etme yöntemlerine başvurduklarını saptamıştır.
Buunk 1981 de yaptığı araştırmada evli olmayanların evli olanlara göre daha fazla kıskançlık gösterdikleri sonucuna varmıştır.
Toplumda kıskançlık duygusunu daha çok erkeklerin yaşadığı inancından yola çıkarsak;eşini, sevgilisini, nişanlısını kaybetme korkusu yoğun kıskançlık duygusu yaratır ve giderek artan kıskançlık duygusu eleştiri, yargılama, suçlama, kısıtlama, herşeyine (kıyafetine,arkadaş, aile, dost ilişkilerine,işine,mesleğine) müdahalelerle kadına zarar vermeye başlar. Hakaret, şiddet ve cana kasta kadar gider.
Aşırı ilgi ve vericiliğin, sevgisini aşırı jestlerle gösteren davranışların altında da partnerini kaybetme korkusu yatar diyebiliriz. Eşine sevgisini, ilgisini göstermeyi zayıflık olarak gören ve böyle koşullanan erkek, güçlü görünmek adına kaygı ve korkularını saklayacak, olumlu, güzel duygularını da kadınını şımaracağı, onun tarafından kullanılabileceği düşüncesiyle paylaşmayacaktır. Kadın önemsenmediği, anlaşılmadığı, sevilip beğenilmediği duygusuyla; erkek de kaybetme korkusuyla paylaşımı az olan döngüsel ve kısır bir ilişki içinde mutsuzlukları biriktirmeye başlayacaklardır. Bu mutsuzluklar ve doyumsuzluklar, yalnızlıkları ve ayrılıkları, boşanmaları getirebilecektir.
Kıskançlık hemen her insanda derece farkıyla bulunan bir duygu olup, özellikle romantik ilişkilerde çoğu insanın en azından bir kez hissettiği bir duygudur. Kıskançlık; gerçek bir nedene dayanıyor ise sağlıklı, gerçek bir nedene dayanmıyor ise sağlıksız bir kıskançlık diye nitelendirilebilir. Sağlıksız kıskançlık; ilişkilerde ilişkiyi zorlayan, riske eden en önemli sebeplerdendir. Kıskanan kişi yoğun bir kaygı,korku,öfke üçgeniyle , kıskanılan kişi de kontrol edilmenin, baskı ve kısıtlamanın sıkıntısıyla bunalır ve ilişki içinden çıkılamaz bir hal alır.
Toplumsal koşullanmalar dozunda kıskançlığı destekler. İlişkinin başında ilişkiye sahip çıkılmak, önemsenmek, arzu edilmek, benimsenmek, kabul görmekle eşleştirilen kıskançlık oyunları hoş görülebilir, ancak patolojik, marazi kıskançlığa giden davranışları sergileyen kişileri uzak durulması gereken partnerler,kişiler olarak görmek gerekir diyebiliriz.
Kıskançlık çok can acıtıcıdır. Çünkü; kıskançlıkta kıyas, karşılaştırma vardır. Bir başkası
-daha güzel,
-daha alımlı,
-daha akıllı,
-daha zeki,
-daha başarılı,
-daha imkanlı,
-daha zengin,
-daha çok istenen ve tercih edilendir……
Bu duyguyla baş edebilmesi için kişinin kendi özsaygısını kazanabilmesi,kendi özelliklerini, güzelliklerini, başarılarını görmesi farkındalık kazanması ve destek alması gerekir. Bu desteği sağlayacaklar yakın aile çevresi, dost ve arkadaşları, önemli destek gruplarıdır. Elbette psikoterapinin önemini de göz ardı etmeden, kişinin kendi isteğiyle bir danışmadan psikoterapi alması başarıyı arttıracaktır.
İnsanların Psikolojik Danışmanlığa Bakış Açısı
Bu anket 23 Şubat 2006 ile 16 Ekim 2009 tarihleri arasında Psikoloji PORTALI sitesinde uygulanmış ve yaklaşık 4 yıl boyunca 38.723 kişi bu anketi oylamıştır. Ankete 3415 yorum yapılmış ve bu yazı bu yorumlardan derlenmiştir. Psikolog veya Psikiyatr'a gidememenizin en önemli nedeni nedir? Sorusuna 25.240 kişi “Danışma ücretleri çok yüksek” şıkkını işaretlemiştir. % 65 gibi yüksek bir orana sahip olan bu durumun ülkemizde ruh sağlığı ile ilgilenen birimlerin dikkatini çekeceğini umuyoruz. Yapılan yorumlara yorum yapmadan anket sonuçlarını ve yorumları kamuoyunun dikkatine sunuyoruz.
Anket Sonuçları
Psikolog veya Psikiyatr'a gidememenizin en önemli nedeni nedir?
Devamını okumak için tıklayın...
Anket Sonuçları
Psikolog veya Psikiyatr'a gidememenizin en önemli nedeni nedir?
- Danışma ücretleri çok yüksek 65.18% (25240)
- Kime gideceğimi bilemiyorum 13.82% (5353)
- Onlara Güvenemiyorum 8.66% (3353)
- Damgalanmaktan korkuyorum 7.06% (2733)
- Yaşadığımız yerde yok 5.28% (2044)
Kaynak: Psikoloji Portalı
18 Şubat 2013 Pazartesi
Dilenciye Verilen Bir Dolar
Tatil için gittikleri beldede çocuklarıyla yürürken dilenci babadan para istiyor. Baba cebinden bir dolar çıkarıyor ve vermeden önce, “Umarım sana yararlı bir şey için harcarsın; senin duruşun, bakışın istersen bunu yapabileceğini gösteriyor,” diyor. Dilenci “Allah senden razı olsun, karnım aç, bu parayla kendime ekmek alacam,” karşılığını veriyor. Baba, “Sana inanıyorum ve sana iyi bir gün diliyorum,” deyip oradan uzaklaşıyor.
Bir süre sonra, 14 yaşındaki kızı, “Baba, adam sana yalan söylüyor; ben anladım, sen anlamadın mı? O parayla gidip ucuz şarap alacak ve içecek. Sen o adamın alkolik kalmasına yardımcı oluyorsun, bunu nasıl yapabilirsin?” diye soruyor.
Babası, “Evet, kızım haklı olabilirsin. O adam muhtemelen gidip içki alacak, ama her zamanki kadar rahat alamayacak, bir yerinde biraz rahatsızlık duyacak. ”diyor.
Sonrasında aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:
- Bunun ne önemi var baba, netice itibariyle yine bir şarapçı olarak sokaklarda dilenmeye devam edecek. Sen verdiğin parayla onun şarap içen ve sokakta yaşayan bir adam olmasına yardım etmiş oluyorsun.
- O insanın kaybettiği şeyin ne olduğunun farkındayım. O insan, kendi gözünde itibarını kaybetmiş. Kendi gözünde onurunu geri kazanıncaya kadar bir gayret göstermeyecektir. Gördüğün gibi ben onun gözüne bakarak konuştum, para verirken onu konuşulacak, dikkate alınacak, değer verilecek, gözüne bakılacak haysiyetli biri olarak gördüm ve bunu sözümle ve tavrımla ifade ettim. Ve bu o bir dolardan çok daha önemli bir hediyedir.
- Ama ne işe yaradı ki?
- Siz gördünüz ve şimdi bu konuşmayı yapıyoruz. Günde beş kişi o insanın gözüne baksa ve gerçekten ona haysiyetli bir insan gibi davransa, zaman içinde o kişi, kendine saygı duyar ve ona göre bir hayat oluşturur. Hayat öyküsünün bir yerinde, çok muhtemelen çocukluğunda ya da ergenliğinde, onun doğuştan hakkı olan onuru ondan çalındı. Onurunu kaybetmiş bir insanın içi boştur; iç boşluk insana çok çok acı verir; o bunu şarapla unutmaya çalışıyor.
- Yani ben sokaktaki dilencilere onurlu insanlarmış gibi mi davranayım?
- Sokaktaki dilenci olsun ya da olmasın, bilmeni istediğim şu: Bir insana verebileceğin en değerli şey, onu itibarlı, onurlu, değerli biri olarak görmendir.
- Peki, bundan benim kazancım ne?
- Her insanın doğuştan Allah vergisi olan onuruna saygı duyduğun zaman kendi özüne olan saygın sağlamlaşır. Hiç kimse senin onurunu senden çalamaz.
Baba on dört yaşındaki kızı ile konuşurken sekiz yaşındaki oğlu ve on yaşlarındaki kızı da bu konuşmayı dinlemekteydiler.
Ertesi gün, sekiz yaşındaki oğlu, “baba bugün bana biraz daha fazla harçlık verir misin”, diye sorar. Baba “ne kadar fazla” diye sorduğunda, “bir dolar”, cevabını alır. Baba çocuğun istediği parayı verir.
Büyük kız, erkek kardeşinin bir sokak dilencisiyle yapmış olduğu konuşmayı babasına akşam şöyle anlatır: “Dilenciye yaklaştı ve ‘İyi günler Bayım; size bir dolar vermek istiyorum, kabul eder misiniz?’ Şaşkınlıkla çocuğa bakan dilenci, elini uzatınca, ‘Bu parayı yararlı bir şey için harcayacağınıza inanıyorum. Sizin iyi bir insan olduğunuzu gözlerinizden anlıyorum. Size inanıyorum ve size iyi bir gün diliyorum,’ dedi ve parayı verdi.”
Baba soruyor, “Peki, adam ne yaptı?”
“Onun için anlatıyorum, Baba, inanamazsın; adam para elinde heykel gibi orada bir süre dondu kaldı. Biz yürüdük, gittik. Bir süre sonra geri dönüp baktığımda, onu yere çömelmiş ve başını iki elinin arasına almış vaziyette gördüm. Çok etkilenmişe benziyordu.”
Bu anlattığım Shmuley Boteach’ın çocuklarıyla başından geçmiş gerçek bir öykü¹ . Bu yazıyı yazarken kendi başımdan geçen bir olayı hatırladım: Los Angeles’ta bir yaz sabahı deniz kıyısında kumsalda yürüyüşte parkta gecelemiş iki “evsiz” gördüm ve onlara para vermek istedim. Yanlarına gittim ve her birine 10’ar dolar vermek istediğimi ve lütfen kabul etmelerini söyledim. İnanamaz gözlerle, ‘nereden çıktı bu, neden?’ gibime yüzüme baktılar. “Sabah sabah gidin sıcak bir çorba için,” dedim. Yüzüme tuhaf tuhaf baktılar ve biri, “Çorba yerine sıcak kakao içsem, olur mu?” diye bana sordu.
O zaman iki şeyin farkına vardım: Bir, Amerika’da sabah kahvaltısında çorba içmek geleneği yoktur ve iki, sıcak kakao içmek için adam benden izin istiyor, bana karşı dürüst davranmak istiyor, söz verip sözünü tutamaz duruma düşmek istemiyor.
Onurlu bir insanla konuşmuştum; şimdi daha iyi anlıyorum.
Doğan Cüceloğlu (18/02/2013)
Çocuklar İçin Ödül ve Ceza
Ödül ve Ceza hangi oranlarda uygulanmalıdır ? Uygulanmaları ne kadar doğrudur ? Ne gibi sonuçlar verir ?
Üstün Dökmen Skytürk'te yayınlanan Haber Ötesi proğramında bu soruların yanıtlarını veriyor:
17 Şubat 2013 Pazar
Kuantum Öğrenme Modelinin Öğrenci Başarısına Etkisi
Bu yazı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim bilimleri Ana Bilim Dalı'na sunulmuş Servet DEMİR 'e ait doktora tezinden bir bölümdür.
Öğrencilere uygulanan etkinliklerinde bulunduğu bu tezin bizler için yararlı olacağına inanıyorum. Her yaştan insan için büyük farklılıklar yaratabilecek olan bu teknikleri detaylı bir şekilde öğrenebileceğimiz güzel bir kaynak.
Tezin tamamını indirmek için tıklayın.
"Kuantum Öğrenme Nedir?" başlıklı yazımızı okudunuz mu?
Kuantum öğrenme tekniklerinin Ortaöğretim düzeyinin öğrenci başarı düzeyine etkisini Gaziantep örneği ile anlatan Servet Demir, amacını şu şekilde tanımlamış:
Bu arastırmanın amacı; kuantum ögrenme modelinin ortaögretim düzeyinde ögrencilerin akademik basarısına etkisi ve ögrencilerin derse, okula ve ögrenmeye iliskin düsüncelerinde ve kendilerini algılamalarında meydana gelen degismeleri belirlemektir. Öğrencilere uygulanan etkinliklerinde bulunduğu bu tezin bizler için yararlı olacağına inanıyorum. Her yaştan insan için büyük farklılıklar yaratabilecek olan bu teknikleri detaylı bir şekilde öğrenebileceğimiz güzel bir kaynak.
Tezin tamamını indirmek için tıklayın.
"Kuantum Öğrenme Nedir?" başlıklı yazımızı okudunuz mu?
Kuantum öğrenme tekniklerinin Ortaöğretim düzeyinin öğrenci başarı düzeyine etkisini Gaziantep örneği ile anlatan Servet Demir, amacını şu şekilde tanımlamış:
Ögrencileri okula ve derse iliskin tutumlarını ve kendilerini algılamalarını belirlemek için arastırmacı tarafından gelistirilen anket kullanıldı. Arastırma sonuçlarına göre deney grubundaki ögrenciler dikkate alındıgında çalısmaya katılan bütün okul türlerinde kuantum ögrenme semineri etkili olmustur. Deney ve kontrol gruplarının son testlerinin kıyaslanmasında olusan fark egitimsel ve istatistiksel olarak anlamlıdır Ögrencilerin derse, okula ve ögrenmeye iliskin düsüncelerinde olumlu degismeler oldugu belirlenmistir. Ögrencilerin kendilerini algılamalarına bakıldıgında özgüven, sorumluluk ve yaratıcılık duygularında artıs oldugu ve kendilerini daha olumlu algıladıkları belirlenmistir. Ögrenciler ögrendikleri bilgileri derslerinde ve yasamlarının diger alanlarında kullanabileceklerini düsünmektedirler.
Yapılan çalışmalarda ulaşılan Sonuç:
“Kuantum ögrenme modeli ortaögretim düzeyindeki ögrencilerin akademik basarılarına olumlu etkiye sahiptir.”
Kuantum Ögrenme Nedir?
Kuantum enerjinin ısımaya çevrilmesi olarak tanımlandıgında, kuantum ögrenme ise kisinin bilgilerini kullanarak ısıması olarak tanımlanmaktadır. 1980’li yıllarda Amerika’da Bobbi De Porter tarafından gelistirilen kuantum ögrenme ve ögretme, uygulama alanı oldukça genis olan bir çalısmadır.
Kuantum ögrenme temel olarak Dr. Lazanov tarafından gelistirilen hızlandırılmıs ögrenme teknikleri ve beyin uyumlu ögrenme teknik ve stratejilerin kullanılmasına dayanmaktadır. Bununla birlikte, ikili beyin teorisi, üçlü beyin teorisi gibi beynin çalısma fonksiyonlarının farklılıklarını kullanan yaklasımlar benimsenmistir. Yine insanların farklı zeka türlerinin oldugu ve basarıyı belirleyen etmenin tek tip zeka olmadıgı düsüncesinden hareket eden çoklu zeka ve duygusal zeka kuramlarının prensipleri sisteme dâhil edilmistir. Ayrıca Holistik egitim gibi ögrencinin sadece beden ve zihinsel gelisimi yanında aynı oranda dengeli gelismesi için ruhsal yönünde gelismesini hedefleyen bir yaklasım desteklenmis ve NLP gibi çagdas yaklasımları içerisine alan ve bu tür yaklasımları bir fanus gibi kavramıs ve prensip ve yaklasımlar en güzel sekilde sentezlenmistir.
Kuantum Öğrenmenin İlkeleri:
Mükemmelliğin 8 anahtarı
1- Bütünlük
2- Hatalar başarıya yol açar
3- Güzel amaçla konuş
4- Hedefine odaklan
5- Kararlılık
6- Sahiplik
7- Esneklik
8- Denge
Kuantum öğrenme genel olarak, öğrencilerin akademik becerilerinde ve yaşam becerilerinde, öğretmenlerin sınıf ortamını ve planlamalarını düzenlemelerinde, öğrenci ile iletişimlerinde, yöneticilerin liderlik rollerinde değişiklik yaratmayı hedeflemektedir.
Öğrenmeyi öğrenen bireyler,bilgiye ulaşma yollarının hızla arttığı günümüzde yaşam boyu öğrenenler olacaktır. Bu durum eğitim öğretim işini sadece okullarda ve öğretmenin yönlendiriciliğinde gerçekleşen bir süreç olmaktan kurtaracaktır.
Kuantum öğrenme ve teknikleri hakkında detaylı bilgi edinmek için;
H. Gökhan Bakır'ın Kuantum slaytını indirebilirsiniz.
Devamını okumak için tıklayın...
Kuantum ögrenme temel olarak Dr. Lazanov tarafından gelistirilen hızlandırılmıs ögrenme teknikleri ve beyin uyumlu ögrenme teknik ve stratejilerin kullanılmasına dayanmaktadır. Bununla birlikte, ikili beyin teorisi, üçlü beyin teorisi gibi beynin çalısma fonksiyonlarının farklılıklarını kullanan yaklasımlar benimsenmistir. Yine insanların farklı zeka türlerinin oldugu ve basarıyı belirleyen etmenin tek tip zeka olmadıgı düsüncesinden hareket eden çoklu zeka ve duygusal zeka kuramlarının prensipleri sisteme dâhil edilmistir. Ayrıca Holistik egitim gibi ögrencinin sadece beden ve zihinsel gelisimi yanında aynı oranda dengeli gelismesi için ruhsal yönünde gelismesini hedefleyen bir yaklasım desteklenmis ve NLP gibi çagdas yaklasımları içerisine alan ve bu tür yaklasımları bir fanus gibi kavramıs ve prensip ve yaklasımlar en güzel sekilde sentezlenmistir.
Kuantum Öğrenmenin İlkeleri:
Mükemmelliğin 8 anahtarı
1- Bütünlük
2- Hatalar başarıya yol açar
3- Güzel amaçla konuş
4- Hedefine odaklan
5- Kararlılık
6- Sahiplik
7- Esneklik
8- Denge
Kuantum öğrenme genel olarak, öğrencilerin akademik becerilerinde ve yaşam becerilerinde, öğretmenlerin sınıf ortamını ve planlamalarını düzenlemelerinde, öğrenci ile iletişimlerinde, yöneticilerin liderlik rollerinde değişiklik yaratmayı hedeflemektedir.
Öğrenmeyi öğrenen bireyler,bilgiye ulaşma yollarının hızla arttığı günümüzde yaşam boyu öğrenenler olacaktır. Bu durum eğitim öğretim işini sadece okullarda ve öğretmenin yönlendiriciliğinde gerçekleşen bir süreç olmaktan kurtaracaktır.
Kuantum öğrenme ve teknikleri hakkında detaylı bilgi edinmek için;
H. Gökhan Bakır'ın Kuantum slaytını indirebilirsiniz.
16 Şubat 2013 Cumartesi
UCLA-LS Yalnızlık Testi
Test 20 sorudan oluşur. Lilü ölçekle değerlendirilir. 1,4,5,6,8,10,15,16,20, sorularda birey işaretlediğinin tersi puan alır. 1-4 puan alır. 2-3 puan, 3-2 puan, 4-1 puan. Diğer sorular normal puanlandırılır. En yüksek puan 80, en düşük puan 20’dir.
20-80 arasında yükseldikçe yalnızlık duygusu ortak, azaldıkça yalnızlık duygusu azalır.
Testi indirmek için tıklayın.
En Psikopat Meslekler
Sosyal etkileşim uzmanı Kevin Dutton tarafından yazılan "Psikopatların Bilgeliği" adlı kitaba göre en fazla psikopat CEO'lar ve avukatlar arasından çıkıyor. Psikopatlar, çoğu insan tarafından seri katillerle bağdaştırılıyor. Aslında psikopat, ahlakdışı veya anti-sosyal davranışları olan, egosu fazla yüksek kişiye veya insanlarla sağlıklı ilişki kuramayan empati yoksunu insanlara deniyor. Bu tür kişilik bozukluğu olan psikopatlık; duygusuzluk, korku hissetmemek, strese karşı dayanıklılık, suçluluk duygusu hissetmemek, sorumsuzluk gibi davranışlarla öne çıkıyor. Psikopatlar, iş arkadaşları üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyor. Uzmanlara göre psikopatlar, başkalarını üzerek tatmin oluyor ve hiçbir şekilde suçluluk duygusu hissetmiyor. Dutton kitabında, psikopatların 21'inci yüzyılda başarılı olmanın tüm özelliklerini taşıdıklarını belirtiyor. Dutton, "Onlar korkusuz, merhametsiz ve odaklı. Günümüz toplumunda başarılı olmanın en önemli özellikleri bunlar" diye yazdı. Dutton'a göre; işlerin çoğunda kişilerin, insanlarla ilişkilerini geliştirme, başkalarının duygularını önemseme gibi özelliklere ihtiyacı var. Psikopatlar bu tür işleri beğenmiyor veya onlarda başarılı olamıyor. Genelde başkaları üzerinde güç kurmaya dayalı işlerde ise başarı sağlıyorlar.
Psikopatların sevdiği meslekler:
1. CEO
2. Avukat
3. TV veya radyo çalışanı
4. Satış elemanı
5. Cerrah
6. Gazeteci
7. Polis memuru
8. Dini görevli
9. Şef
10. Devlet memuru.
En az psikopat olan meslekler:
1. Bakıcı
2. Hemşire
3. Terapist
4. Zanaatkâr
5. Güzellik uzmanı/Stilist
6. Yardım kuruluşu çalışanı
7. Öğretmen
8. Sanatçı
9. Doktor
10. Muhasebeci.
Kaynak
Öğrenilmiş Çaresizlikten Öğrenilmiş Güçlülüğe
İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Burhanettin
DÖNMEZ'in konferansını sizlere duyurmak istedik.
13 Şubat 2013 Çarşamba
Uykunun Bilimi Belgeseli | National Geographic
Uykunun insan hayatındaki önemi nedir ?
Uykunun biyolojik kökenleri var mıdır ?
Uyku hakkında bilmediklerimiz neler ?
National Geographic tarafından hazırlanan ''Uykunun Bilimi'' belgeseli uykunun insan hayatındaki hayati önemini anlatıyor.
Uykunun Bilimi belgeselinde uykunun bilinmeyen yönlerini de birinci dereceden deneyimler yaşayan kişilerin açıklamalarıyla öğreneceksiniz:
Devamını okumak için tıklayın...
Uykunun biyolojik kökenleri var mıdır ?
Uyku hakkında bilmediklerimiz neler ?
National Geographic tarafından hazırlanan ''Uykunun Bilimi'' belgeseli uykunun insan hayatındaki hayati önemini anlatıyor.
Uykunun Bilimi belgeselinde uykunun bilinmeyen yönlerini de birinci dereceden deneyimler yaşayan kişilerin açıklamalarıyla öğreneceksiniz:
12 Şubat 2013 Salı
Öfkeyi Yaşamak
Aşağıdaki yazı Uzman Psikolog DİLEK DOĞU'ya aittir.
Bu konuda yayınlanmış bir başka yazı: "Öfke ve Öfke Kontrolü"
Bu konuda yayınlanmış bir başka yazı: "Öfke ve Öfke Kontrolü"
Genel olarak öfke duygusal bir tepkidir ve yine diğer duygular gibi, son derece doğal ve evrenseldir. Ancak iletişimin işlevsel ve yapıcı olabilmesi, duyguların sağlıklı olarak ifade edilebilmesine bağlıdır. Kontrol edilemeyen yıkıcı ve saldırgan tepkilere dönüşebilen aile içi şiddet, çocuk taciz ve istismarlarında, terör olaylarında, sokak kavgalarında ve trafikte yaşanan sözel ve bedensel şiddet olaylarının arkasında sağlıklı ifade edilmeyen, edilemeyen öfke duyguları yatar.
Birçok insan öfke ve benzeri duygularını bastırmaya, inkar etmeye ve yok saymaya çalışır. Bu anlamda sıkıntılarını kabul edip yardım almayı da reddeder. Öfke kişiler arası iletişimi bozar. Evlilikler, aile içi iletişim ya da işyerlerinde yönetilemeyen öfke, patlamalara ve krizlere neden olur. Uygun yollarla ifade edilemeyen öfke, saldırganlık ve düşmanlık duyguları kişilerde ciddi sağlık problemlerine dönüşür. Kronik kalp ve damar hastalıklarına, baş ağrısına, yüksek tansiyona ve mide rahatsızlıklarına yol açtığı gibi öfke ile etkin bir biçimde baş edememe sigara ve alkol, madde bağımlılığı ve yeme bozukluklarına da neden olabildiği araştırmalarla kanıtlanmıştır. (Friedman ve Rosenman, 1974; Tavris, 1989). Üniversitenin ilk yıllarında öfke ve düşmanlık duyguları yüksek olan bireylerin 20 yıl sonra yüksek kolestrollü, daha çok alkol ve sigara tüketen, aşırı kilolu yüksek tansiyon gibi hastalıkları olan daha çok sağlık sorunları yaşayan kişiler olduğu görülmüştür.
Tokat atma, tekme atma, vurma, yüksek sesle konuşma, küfür etme, tehdit etme, aşırı eleştirel olma, hata arama, tartışmacı ve saldırgan tavırlar içinde olma, isim takma, suçlama, alay etme, dedikodu yapma, şüphecilik, önyargıyla yaklaşma öfke nöbetleri geçirme gibi açıkça kişinin başkalarını incitmeyi ya da çevreye zarar vermeyi istediğini gösteren sözel ve fiziksel tacizler genellikle öfkenin doğrudan görülebilen belirti ve işaretleri olarak tanımlanabilmektedir (Madlow, 1972).
Başkalarından uzak durma ve onlarla işbirliğini reddetme, sessizlik, unutkanlık, psikosomatik hastalıklar, depresyon ve suçluluk duyguları, kazaya yatkınlık, işbirliğine karşı direnç, bağımlılık davranışları, aşırı alttan alma, çekingen davranma, ağlama, şiddete ve suça yönelik fantaziler içinde bulunma, yoğun bir rahatsızlık ve stres içinde olma duygusu, mutsuzluk ve gerginlik, güceniklik ve ruhsal acı çekme duygularının varlığı gibi belirtiler ise ÖFKE’nin dolaylı olarak ifadesini içeren belirti ve işaretlerdir.
Öfkesini hiç ortaya koymayan, devamlı bastıran kişinin de psikosomatik ya da depresif bazı sorunları ortaya çıkabilir. Öfkeyi yerinde ve zamanında dışa vurmak sağlık açısından faydalıdır. Olaylar ya da insanlar karşısında gösterilen içsel ve dışsal tepkilerin kontrol edilmesi, onların yapıcı şekilde yönetilmesi önemlidir. Gevşeme tekniklerinin uygulanması ve düşüncelerin yeniden yapılandırılması gerekmektedir (Cautin & Goetz, 2001).
Kişiler, öfke ile başa çıkmak için onu bastırmak yada saklamak değil, tanımak, kabul etmek ve baş etmeyi istediklerinde öfkelerini yönetebilir ve öfkesinin zararlı etkilerinden kurtularak onu kendileri için yapıcı bir şekilde ifade edebilirler.(Kellner & Bry, 1999).
10 Şubat 2013 Pazar
Die Welle-Tehlikeli Oyun
"Üçüncü Dalga Deneyi" başlıklı yazımızda anlatılan deneyin film versiyonu.
Sosyal bir deneyimi konu alan 2008 yapımı Alman filmi “Tehlikeli Oyun” (Die Welle – The Wave), Üçüncü Dalga adlı yaşanmış bir deneyi anlatan Die Welle adlı kitaptan uyarlanmıştır.
Faşizmin gündelik hayatın her köşesinde bulunduğunu, donmuş bir halde olsa bile, hayatın damarlarına karışmak için küçücük bir kıvılcım beklediğini ve içerdiği büyük tehlikeleri, bir oyun, tuhaf bir okul deneyi eşliğinde öykülüyor. Alman yönetmen Dennis Gansel’in yönettiği adeta şok edici dram, 1967 yılında ABD’de yaşanan bir okul deneyinden esinlenen bir roman uyarlaması.
Filmin çıkış noktası, "Nazi Almanya'sı bir daha yaşanabilir mi?" düşüncesidir. Bilindiği gibi, siyasi otoritenin mutlaklığının, geçmiş dönemlerden modern devletin hüküm sürdüğü zamanlara değin azalarak varlığını sürdürdüğü düşünülmüştür. Özellikle 20. yüzyılın başlarında demokrasinin ve hiç olmazsa bir nebze insan haklarının oluşmaya başladığı düşünülerek artık büyük bir vahşetin yaşanmayacağı sanılırken Holokost olarak bilinen Yahudi Soykırımı olmuştur. Bu soykırım, faşizmin ne denli ciddi boyutlarda sorunlar doğurabileceğini göstermenin yanı sıra çağdaş ve modern etiketi adı altında vahşeti hayatlarından çıkardığı sanılan toplumların elverişli koşullar oluştuğunda birer cani olabileceğinin kanıtıdır. Nitekim Yahudi Soykırımı'nda herkes "görev bilinci" ile hareket etmiş, toplumun yararı gibi belirsiz bir düşünce zeminine gönülden bağlanarak yapılması gerekeni yaptıklarını düşünmüşlerdir. Diğer bir deyişle, rasyonel bir muhakemeyi bir kenara bırakıp tek tek bireylerin varlığından bağımsız olan bir kitlenin bekası için neyin doğru olduğunu belirleyen bir diktatörün gölgesinde hareket etmişlerdir.
Kuşkusuz, modern devlet anlayışının, demokrasinin ve hatta her türlü ilerici düşüncenin ötesinde bir gerçek olarak orada duran kitlelerin öz ruhu, ilkel birlik ve beraberlik düşüncesi gibi içinde güç, disiplin, yönetim ve lider barındıran oluşumları destekleme taraftarıdır. Dolayısıyla filmin de bizlere göstermeye çalıştığı gibi, kitleleri, bireylerin tek tek düşünce yapısından ve zekasından ayrı olarak ele almak ve en nihayetinde ilkel gibi görünen birçok soykırımın bir daha olmayacağını varsaymamak gerekmektedir.
Yukarıda kısaca değindiğim konuları oldukça başarılı bir senaryo ve oyunculuk ile bizlere sunan Die Welle, aynı zamanda böyle ağır bir konuyu gayet akıcı ve ilgiyi hep ayakta tutan üslubuyla işlemesi bakımından da takdir edilesi bir filmdir.
Eleştirmenlerin olduğu kadar izleyicilerin de beğenisini kazanan yapım, başarılı bir sinema filmi olmanın ötesinde, günümüz dünyasında totaliter rejimlerin ve faşizmin yok edici tehlikesini görmek anlamında gerçek bir ders, hakiki bir deney ve dostça bir uyarı niteliği de taşıyor.
Özellikle toplumun dinamiğine oluşturan ergenler üzerinde, her zaman otokratik bir sosyal grubun yaratılabileceğini gösteren bu film mutlaka izlenmeli...
Ayrıca;
27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Yarışma’ bölümünde ‘Altın Lale’ için yarışan düşündürücü dram, Jüri Özel Ödülü’nü kazanarak büyük ses getirdi.
Devamını okumak için tıklayın...
Sosyal bir deneyimi konu alan 2008 yapımı Alman filmi “Tehlikeli Oyun” (Die Welle – The Wave), Üçüncü Dalga adlı yaşanmış bir deneyi anlatan Die Welle adlı kitaptan uyarlanmıştır.
Faşizmin gündelik hayatın her köşesinde bulunduğunu, donmuş bir halde olsa bile, hayatın damarlarına karışmak için küçücük bir kıvılcım beklediğini ve içerdiği büyük tehlikeleri, bir oyun, tuhaf bir okul deneyi eşliğinde öykülüyor. Alman yönetmen Dennis Gansel’in yönettiği adeta şok edici dram, 1967 yılında ABD’de yaşanan bir okul deneyinden esinlenen bir roman uyarlaması.
Filmin çıkış noktası, "Nazi Almanya'sı bir daha yaşanabilir mi?" düşüncesidir. Bilindiği gibi, siyasi otoritenin mutlaklığının, geçmiş dönemlerden modern devletin hüküm sürdüğü zamanlara değin azalarak varlığını sürdürdüğü düşünülmüştür. Özellikle 20. yüzyılın başlarında demokrasinin ve hiç olmazsa bir nebze insan haklarının oluşmaya başladığı düşünülerek artık büyük bir vahşetin yaşanmayacağı sanılırken Holokost olarak bilinen Yahudi Soykırımı olmuştur. Bu soykırım, faşizmin ne denli ciddi boyutlarda sorunlar doğurabileceğini göstermenin yanı sıra çağdaş ve modern etiketi adı altında vahşeti hayatlarından çıkardığı sanılan toplumların elverişli koşullar oluştuğunda birer cani olabileceğinin kanıtıdır. Nitekim Yahudi Soykırımı'nda herkes "görev bilinci" ile hareket etmiş, toplumun yararı gibi belirsiz bir düşünce zeminine gönülden bağlanarak yapılması gerekeni yaptıklarını düşünmüşlerdir. Diğer bir deyişle, rasyonel bir muhakemeyi bir kenara bırakıp tek tek bireylerin varlığından bağımsız olan bir kitlenin bekası için neyin doğru olduğunu belirleyen bir diktatörün gölgesinde hareket etmişlerdir.
Kuşkusuz, modern devlet anlayışının, demokrasinin ve hatta her türlü ilerici düşüncenin ötesinde bir gerçek olarak orada duran kitlelerin öz ruhu, ilkel birlik ve beraberlik düşüncesi gibi içinde güç, disiplin, yönetim ve lider barındıran oluşumları destekleme taraftarıdır. Dolayısıyla filmin de bizlere göstermeye çalıştığı gibi, kitleleri, bireylerin tek tek düşünce yapısından ve zekasından ayrı olarak ele almak ve en nihayetinde ilkel gibi görünen birçok soykırımın bir daha olmayacağını varsaymamak gerekmektedir.
Yukarıda kısaca değindiğim konuları oldukça başarılı bir senaryo ve oyunculuk ile bizlere sunan Die Welle, aynı zamanda böyle ağır bir konuyu gayet akıcı ve ilgiyi hep ayakta tutan üslubuyla işlemesi bakımından da takdir edilesi bir filmdir.
Eleştirmenlerin olduğu kadar izleyicilerin de beğenisini kazanan yapım, başarılı bir sinema filmi olmanın ötesinde, günümüz dünyasında totaliter rejimlerin ve faşizmin yok edici tehlikesini görmek anlamında gerçek bir ders, hakiki bir deney ve dostça bir uyarı niteliği de taşıyor.
Özellikle toplumun dinamiğine oluşturan ergenler üzerinde, her zaman otokratik bir sosyal grubun yaratılabileceğini gösteren bu film mutlaka izlenmeli...
Ayrıca;
27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Yarışma’ bölümünde ‘Altın Lale’ için yarışan düşündürücü dram, Jüri Özel Ödülü’nü kazanarak büyük ses getirdi.
Üçüncü Dalga Deneyi
Şimdi de "Üçüncü Dalga" deneyini sizlerle paylaşıyoruz. Otorite, şiddet ve boyun eğme ilişkisi çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriliyor.
BİZ VE ONLAR
Örgütlü şiddetin formülü oldukça basitleşiyor: Birkaç kişiyi bir araya getiriyoruz. Bunun adına "Biz" diyoruz. Bir başka gruba da "Onlar" diyor ve düşman ilan ediyoruz. Eğer otoritemize inandırabilirsek, artık her istediğimizi yaptırabiliriz. Dünyanın en köklü demokrasisinde bile halk yığınlarını ayağa kaldırıp, beğenmediğiniz başka yığınların üzerine saldırtmanız, eğer reklam kampanyanızı iyi yürütebilirseniz çok zamanınızı almaz.
Gerçekten her istediğimizi yaptırabilir miyiz? Örneği günümüzden alalım. Bir yaşam deneyi olarak başlatılan ve beş gün içinde kabusa dönüşen bir deneyden..
Üçüncü Dalga (The Third Wave), demokratik toplulukların bile faşizme bağışıklı olmadıklarını göstermeyi amaçlamış bir deneydir. Deney, Ron Jones adındaki tarih öğretmeni tarafından, "Mukayeseli Dünya Tarihi" dersinin bir parçası olarak Nazi Almanyası konusunda lise ikinci sınıf öğrencileri üzerinde yürütüldü. Deney, Palo Alto, California'daki Cubberley High School'da gerçekleştirildi.
Jones, öğrencilerine Nazi Almanya'sını öğretirken, öğrenciler kaçınılmaz soruları sormaya başlıyor: Nasıl oluyor da milyonlarca Alman işin içine girdikleri halde sonradan olup bitenlerden haberleri olmadıklarını söyleyebiliyorlar? Yahudi aileler teker teker ortadan yok olurken, onların komşuları ve arkadaşları Almanlar, nasıl oluyor da orada dahi olmadıklarını söyleyebiliyorlar?
Alman halkının Holokost'a nasıl müsaade ettiğini anlatmak yerine, bunu onlara göstermeye karar verdi. Jones, "Üçüncü Dalga" adını verdiği bir hareket başlattığını, hareketin amacının demokrasiyi bertaraf etmek olduğunu söyledi. Demokrasinin bireyselliği vurgulamasının bir engel teşkil ettiği fikriyle Jones, hareketin kilit taşı olarak şu mottoyu belirledi: "Disiplinden, birlikten, hareketten ve gururdan gelen güç."
Pazartesi sınıfa, Nazi'lerin temel kavramı olan "Disiplin"i getiriyor: Sınıfta herkes ayak tabanları yerde, omuzlar dik, göğüs dışarıda olacak şekilde oturacak. Jones tüm öğrencilerin hiç sorun yapmadan boyun eğdiklerini görünce, işi nereye kadar götürebileceğini merak ediyor. Yeni kurallar koyuyor: Herkes soru sorarken veya yanıtlarken sırasından dışarı çıkacak, hazırol vaziyetinde duracak ve mutlaka "Bay Jones" diyecek. Bir süre sonra herkes, çekingen olanlar da dahil, ayağa kalkıp daha iyi sorular sormaya, daha doğru yanıtlar vermeye başlıyor. Hatta öğrenciler arasında işbirliği bile artıyor.
ÜÇÜNCÜ DALGA HAREKETİ
Jones Salı günü sınıfa girdiğinde, gülüşen birkaçı dışında tüm öğrencilerin sert bakışlarla sessiz beklediğini görüyor. Tahtaya gidiyor ve "Disiplinden Kuvvet Doğar" ve onun altına "Birlikten Kuvvet Doğar" diye yazıyor. Öğrencilere defalarca hep bir ağızdan bu sloganları bağırtıyor. Bu bittikten sonra yeni bir selam biçimi gösteriyor: Parmaklar kıvrılmış olarak eller omuza kadar kalkacak. Buna "Üçüncü Dalga Selamı" diyor.
Çarşamba sabahı diğer sınıflardan 13 öğrenci daha derse katılıyor. Jones onları da katarak 43 öğrenciye üyelik kartı dağıtıyor. Üç öğrenciyi de, kurallara uymayanları ihbarla görevlendiriyor. Bu gereksiz oluyor, çünkü yalnızca o gün 20 öğrenci gelip selam vermeyen, olan biteni eleştiren arkadaşlarını ihbar ediyorlar.
Perşembe günü Jones, şimdi 80 kişiyi bulan sınıfa giriyor ve Üçüncü Dalga'nın gerçek nedenini açıklıyor:"Bu" diyor, "yalnızca bu sınıfa özgü bir şey değil. Ülke çapında bir hareketin, Ulusal Gençlik Hareketi'nin bir parçası. Amaç, düzeni değiştirmek için savaşacak öğrencileri yetiştirmek."
Jones, ertesi gün öğle saatinde bir cumhurbaşkanı adayının televizyondan hareketi başlatışını hep birlikte izleyeceklerini söylüyor.
Cuma günü salon 200'ü aşkın öğrenciyle doluyor. Jones kapıları kapatıyor ve başına nöbetçiler dikiyor. Kürsüye geçip selamını veriyor. 200 kol yanıtlıyor. Sonra, "Disiplinden kuvvet doğar" diye defalarca bağırtıyor. Televizyonu açıyor. Dakikalar geçiyor. Bir süre sonra bir öğrenci, "Öyle bir önder yok, değil mi?" diye bağırıyor. Bunun üzerine Jones konuşmaya başlıyor:
"Beni iyi dinleyin. Üçüncü dalga diye bir gençlik hareketi yok. Sizi sömürdüm ve kullandım. Ama sonuçta kendi arzunuzla şimdi buradasınız. Anlamaya çalıştığınız Nazi'lerden ne daha iyi ne daha kötüsünüz. Birer seçkin olduğunuza ve bu odanın dışındakilerden daha üstün olduğunuza inanıyordunuz. Özgürlüğünüzü disiplinin rahatlığına sattınız. Belki gırgır olsun diye katılıyordunuz ve nasıl olsa çıkarım diye düşünüyordunuz. Ama nereye gittiğinizin farkında mıydınız? Nerede duracaktınız? Şimdi gelin size geleceğinizi göstereyim."
BEN GÖREVİMİ YAPIYORUM
Jones bunun üzerine bir film geçirmeye başlıyor. Önce bir Nazi mitingi. Sonra kamyonlara toplanan insanlar. Toplama kampları. Mahkemede, "Ben yalnızca görevimi yapıyordum" diyen insanlar. Sonra da bir yazı: "Herkes sorumluluğunu yüklenmeli. Hiç kimse bu işe şu veya bu biçimde katılmadığını ileri süremez."
Uzun bir sessizlikten sonra Jones, deneyin Nazi Almanya'sıyla ilgili bir sorudan başladığını söylüyor: "Nasıl oluyor da kendi halinde insanlar bu trajediye izin verebildiler ve sonra da olup bitenlerden haberleri olmadıklarını söyleyebildiler? Önümüzdeki birkaç dakika içinde ya da belki yıllar sonra bu soruyu yanıtlama fırsatınız olacak.. Eğer başladığımız doğrultuda gitseydik, faşist zihniyeti tam olarak benimseseydik, kullanıldığınızı, sömürüldüğünüzü, bu deliliği bir yaşam tarzı olarak seçtiğinizi bilmeyecektiniz.. "
Deney, yürültüğü sırada iyi kayıt altına alınmamıştı. Güncel kaynaklara göre, deneyden sadece Cubberly Lisesi'nin "The Cubberly Catamount" adındaki öğrenci gazetesinde bahsedilmişti. Gazetenin sadece iki yayınında kısaca bir yayınında uzun bir makaleyle deneyden ve amacından bahsedilmişti. Jones, 9 yıl sonra deneyle ilgili detaylı bir makale yazdı ve bunu daha fazla makale ile öğrencilerle ve Jones'la ropörtajlar takip etti.
Deney üzerinde, 1981 tarihli The Wave isimli tv filmi ve 1981 tarihli aynı isimli kitap da dahil olmak üzere pek çok uyarlama yapıldı. 2008 tarihli Alman yapımı "Die Welle" filmi de deney üzerine kurgulandı. 2010 tarihinde Jones, deneye katılan öğrencileriyle beraber deney üzerine "The Wave" adında bir müzikal yazdı ve sergiledi.10 Ekim 2010 tarihinde, deneye katılan öğrencilerden Phillip Neel, hikayenin tamamını öğrenciler ve öğretmen ile baştan anlattığı "Lesson Plan" adında bir belgesel film çıkardı.
9 Şubat 2013 Cumartesi
Beden Dilimiz Kim Olduğumuzu Belirliyor
Not: Videoyu izledikten sonra fotoğrafı tekrar inceleyin :) |
Sosyal Psikolog Ammy Cuddy bu videoda, ''güç duruşu''nun -insanın kendinden emin olmadığı durumlarda bile kendinden emin duruş sağlamasının- o kişinin beynindeki testesteron ve kortizol düzeylerini etkileyebileceğini ve belkide o kişinin başarı şansını arttırabileceğini gösteriyor.
En Çok Kullanılan 10 Savunma Mekanizması
1- Mantığa Bürüme
Günlük yaşantımızda en sık kullandığımız mekanizmalardan mantığa büründürme de, yaptıklarımıza mazeretler bularak psikolojik olarak dengeyi sağlıyoruz. Tabi ki kendimizce mantıklı sebepler… Bir işi yapmak istemediğinizde başınızın ağrısı ne kadar önem kazanıyor değil mi ?
2- Karşıt Tepki Kurma
Gerçek güdümüz kabul edilemeyecek nitelikteyse ve bizde kaygı uyandırıyorsa n’apıyoruz? Yüzeysel olarak bir şekilde sonuca ulaştırıyoruz ve göstermek istediğimiz davranışın tam tersini gösteriyoruz. Eğer sevmediğiniz bir insanla karşılaştığınız zaman aşırı kibar davrandığınız olduysa bu mekanizmayı kullandınız demektir.
3- Yer Değiştirme
Günlük yaşamımızda en çok kullandığımız mekanizmalardan yer değiştirme, duygu ve dürtüleri başka bir hedefe yönlendirmektir. Yani hedefi çarpıtıyorsun… Kızdığın kişiye değil de başka insana kızgınlığını yönlendiriyorsun ya, hani günah keçisi buluyorsun. Şimdi düşünüyorum da çocukken çok fazla bebeğimin kafasını koparıyordum, neden bu öfke denmez mi?
4- Mizah
Kişi kaygı yaratan durumların ciddiyetini azaltmak üzere şakaya vurma yoluna başvurabilir. Sonuçta mizah, herkes tarafından hoş görülebilen ifadelerdir. İlişkilerdeki gerilimi de azaltmaktadır. Kim bilir belki de “Her şakada bir gerçek payı vardır.” sözü bundan dolayı ortaya çıkmıştır…
5- Gerileme
Bir durum karşısında gelişimsel bakımdan daha alt basamaklardaki basit ve ilkel tepkilere dönmektir. 30 yaşındaki bir insanın sinirlendiği anda çocuksu davranışlar sergileyerek küsmesi, ağlaması, saldırganlık göstermesi, başkasına sığınmak istemesi bu mekanizmadan ötürüdür.
6 - Yüceltme
Çocukluk döneminde gözlemlenebilen, toplum tarafından onaylanmayan saldırgan veya cinsel güdüler, yetişkinlik döneminde toplumun kabul edebileceği etkinliklere dönüştürerek bu eğilimi yüceltebilirler. Şiddet eğilimi olan bir insanın boksör olması, çocukluk döneminde kesici aletlere meraklı bir kişinin doktor olması bu güdülerin başarılı şekillerde doyurulmuş halidir.
7- Ödünlenme
Kişi, gerçek ya da imgesel eksikliklerinden kaynaklanan yetersizlik ve eksiklik duygularını doyuramadığı için başka şekillerde kapamaya çalışır. Eksiklik duygularının yerine geçirdiği başka bir faaliyet ile bu eksikliğini gidermeye çalışır. Elleri olmadığı için ayağı ile resim yapmayı başaran yetenekli insanları hatırlıyor musunuz ?
8 - Bastırma
Bu savunma mekanizması için en basit haliyle kötü şeyleri bilinç dışına itmek diyebiliriz. Ancak bastırılan düşünceler bilinç dışında birikir ve bilince dönmeye çalışabilir. Bilinç dışında kalması için sürekli ruhsal enerji harcanır. Neleri bastırıyor olabiliriz diye düşünüyorsanız, çocukluğunuzla ilgili hatırlayamadığımız çoğu şey bastırma ile ilgilidir diyebiliriz.
9 - Yansıtma
Bu mekanizmada n’apıyoruz? Kabul edemediğimiz, suçluluk duyduğumuz davranışı başkasına yansıtarak rahatlıyoruz. Nerede koyu bir homofobik görürseniz onun eşcinsel olabileceğinden şüphe edebilirsiniz.
10 - Yadsıma
Sıkıntılı olduğunuz mutsuz bir dönemde, her işiniz yolunda gidiyormuş gibi davrandınız mı? Yadsıma, kabul etmesi zor olan dış gerçekleri yok saymak, gerçekleşmemiş gibi algılamak anlamına gelir ve herkes zaman zaman bunu kullanır.
Yazı listemiste.com adlı internet sitesinden alınmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)