Pages

31 Ocak 2013 Perşembe

Bir Meslek Olarak Psikolojik Danışma

Prof. Dr. Emel Ültanır 'ın aşağıdaki yazısı Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisinden (Cilt 1, Sayı 1, Haziran 2005, ss. 102-111. alınmıştır.

Tarih boyunca çeşitli kimseler ve çeşitli meslek sahipleri, yardım arayanlar, başkalarından daha az şanslı olanlar ya da basitçe bir arkadaşının verebileceği rahatlığa ihtiyacı olanların özgüven kazanmalarına yardım etmişlerdir. Eski dönemlerde kabile üyeleri arasındaki yardım ilişkilerinin, onların hayatta kalma becerilerini öğrenmelerine odaklandığı düşünülebilir. Medeniyet ilerledikçe bu ilişkiler gencin kişisel, sosyal ve canlı kalma becerileri bakımından, yeterlilik kazanması için onu motive eder. Tarih çeşitli yardım ilişkilerinin kültürler içinde ve kişiler arasında biçimlendiğini gösterir. İnsanlar arası etkileşim ve iletişimlerin tümünde bireyler, saygı duydukları arkadaş ve meslek mensuplarından akıl ve öneri ararlar. Çoğu örneklerde yardım arayanlar, kendileri ve başkalarıyla ilişkilerine yönelik konular çevresinde dönüp dururlar.

Çoğunlukla bu ilişkiler, kişisel kabul, sosyal ait olma ve gelecekteki amaçların neler olduğu gibi soruları içerir. Birey, “Ben kimim?”, “Nereye aitim?”, “Yaşamımda ne yapmalıyım?” diye sorar. Bireye bu ve benzeri diğer sorularda yardım edenler, destek sağlayıcı bir atmosfer içinde beklenen amaçları araştırabilen bir başarı planını oluştururlar. Bu yardım süreci, bilgi toplama, bireyin farkında olması, seçenek ve amaçları araştırma ile kendine bir yön seçme şeklinde olup, aslında psikolojik danışma mesleğinin tanımıdır. Psikolojik danışma mesleği, bireyin ihtiyaçlarını saptayan bir ilişkiyi yerleştirme, bu ihtiyaçların doyumuna hizmet etme, stratejileri desenlendirme, kararlarına etkili yardım planlarını gerçekleştirme ve benlik farkındalığını [selfawareness] geliştirmeye yardım etme sürecidir (Schmidt, 1996).

Gibson ve Mitchell (1995)’e göre, Wilhelm Wundt’ın 1879’da Leipzig Üniversitesi’nde Psikoloji Enstitüsünü kurması ile psikoloji ayrı bir uzmanlık, araştırma ve öğretim alanı olan bir disiplin olarak tanınmıştır. Psikolojinin gelişimine paralel olarak daha sonra ortaya çıkan, psikolojik danışma mesleğindeki gelişim hareketi, 1909’larda fiziksel ve psikolojik problemli çocuklarla çalışmış olan William Healy ve eşinin yerleştirdiği çocuk rehberliği klinikleriyle gelişmiştir. Healy ile başlayan çocuk rehberliği klinikleri [child guidance clinics] yirminci yüzyılın başlarında Amerika’da 100’ün üzerine çıkmıştır (Nugent, 1994).

Yirmibirinci yüzyılın koşullarında internet, bilgisayar, televizyon ve telefon gibi iletişim sistemlerinin, dünyadaki güncel olayların ve değişen teknolojilerin toplumsal değişime etkileri olmaktadır. Hızla değişen toplumsal koşullarda, bireylerin karşılaştıkları “bireysel, eğitimsel ve mesleksel sorunlarının” çözümü ve bu konularda optimal kararlar verebilmeleri için profesyonel anlamda yardım sağlama hizmeti, “psikolojik danışman”larla gerçekleşmektedir.
Devamını okumak için tıklayın...

Türk Eğitim Sisteminde Psikolojik Danışma ve Rehberliğin Önemi

 Prof. Dr. Emel Ültanır 'ın aşağıdaki yazısı Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisinden (Cilt 1, Sayı 1, Haziran 2005, ss. 102-111. alınmıştır.

Ülkemizin gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda, okullarda alkol ve uyuşturucu kullanmaya yönelme; okul Vandalizm’i adı verilen hırsızlık, okul araç-gereçlerine zarar verme, okul zorbalığı, intihar ve okul devamsızlıklarındaki artış gibi olumsuz tutum ve davranışların giderek artmasının yanı sıra; gençlerin de mesleksel yönelimlerine uygun olan eğitsel yönlendirme hizmetlerine duyulan gereksinimlerinin arttığı görülmektedir. Çocuğun ruh sağlığının olumlu yöndeki gelişmesinin, onun okuldaki başarısı üzerindeki olumlu etkileri bilinmektedir. Bu gereksinimler, çağdaş eğitim sisteminde psikolojik danışma ve rehberlik mesleğinin hizmetlerine duyulan talebi giderek arttırmaktadır.

Bu amaçla, anaokulu ve ilkokul dönemlerinden itibaren çocuklara gelişimsel özelliklerine uyan Psikolojik Danışma ve Rehberlik yaklaşım süreçlerinin uygulanması ve okullardaki öğretimin kalite sorununa dikkat edilmesi gerekmektedir. (Morse ve Russel, 1988; Ültanır, 2003). Gelso ve Fretz (1992) psikolojik danışmanların rollerini çare bulucu, önleyici ve geliştirici özellikli olarak belirtmişlerdir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın da “Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri Yönetmeliği’nin 12. maddesinde, “örgün ve yaygın eğitimdeki PDR hizmetlerinde sorunlara, erken müdahale ve özellikle sorunun oluşmamasına yönelik gelişimsel ve koruyucu yaklaşım esastır” ifadesi yer almaktadır (17.04.201 tarih ve 24376 sayılı Resmi Gazete). Bu bağlamda, çağdaş, sağlıklı ve verimli bir eğitim-öğretimin gerçekleştirilmesi, ancak psikolojik danışma ve rehberlik alanının yaklaşım, ilke ve tekniklerinin benimsenip uygulanmasıyla olasıdır.

Türkiye’de son yıllarda gençlerde şiddet [vandalism] ve saldırganlık davranışları, özellikle göçlerin yapıldığı bölgelerde ve büyük kentlerde giderek artırmıştır. Mersin ilinde yüksek lisans çalışması yapan öğretmenlerin gözlem sonuçlarından ve Eğitim Fakültesi’nin tezsiz yüksek lisans programlarındaki seminerlerden alınan bilgilerde, “Çeşitli bölgelerde bulunan maddi durumları zayıf öğrenciler arasında sigara, tiner kullanma gibi alışkanlıkları bulunan çocukların, ailelerinden sevgi göremedikleri için okulda olay çıkararak ilgi çekmeye çalıştıkları” ifade edilmiştir.

Yılman (1996)’ın yaptığı araştırmada, ortaöğretim ve üniversite gençleri üzerinde, alkol ve uyuşturucu madde kullanım oranları saptanmıştır. Bu oran ortaöğretimde kızlarda %03, erkeklerde %04; üniversite öğreniminde kızlarda %03, erkeklerde ise %1.6 olarak bulunmuştur.

Türkiye’de intihara girişenlerin büyük bir çoğunluğu, Avrupa’daki gibi 15-24 yaş arasıdır. Erkekler arasında intiharı gerçekleştirme, kadınlar arasında ise girişme riskinin daha yüksek olduğu görülmüştür (Sayıl ve Devrimci-Özgüven, 2002). Bu durumlarda alkol, uyuşturucu, intihar v.b. gibi faktörlerle karşılaşmadan önce, çocuk ve gençlerin yaşam mücadeleleriyle başa çıkabilmeleri için, onların erken yaşlardan itibaren aileleri, okulda öğretmenler ve psikolojik danışmanlar tarafından desteklenmeleri gerekmektedir.

Türkiye’deki ailelerin genelde koruyucu bir davranış yönelimi içinde oldukları ve gençlerin bugünkü problemlerini çözme çabalarında yetersiz kaldıkları gözlenmektedir. Ergenlik dönemi, gencin daha bağımsız olması ve kendine yeter hale gelmesi için bir hazırlık dönemidir. Şehirde yaşayan ve özellikle orta ve üst sosyoekonomik düzeyli olan günümüzün Türk ailelerinde, “çocuk merkezli yetiştirme tutumu” benimsenmiştir. Kulaksıoğlu (2000)’na göre, bu ailelerde hemen her şey çocukların isteklerine göre düzenlenmekte ve çocuğun bakımından sorumlu olan anne ve büyükanneler çocukların isteklerinin yerine getirilmesine destek vermektedirler. Çocuğa çok az sorumluluk verilmekte ve yaşına uygun kuralları öğrenmeleri için eğitim verilmemektedir.

Bu anlamda, her sosyoekonomik düzeydeki ailelerin çocuk ve gençlerinin karşılaştıkları yaşam problemleri giderek artmakta ve karmaşıklaşmaktadır. Gibson & Mitchell (1995)’e göre, önleme programları bireyin yaşamı ya da güvenliği tehdit altına girdiğinde istenmektedir. Sadece önleme ve çare bulma çalışmalarını psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleriyle gerçekleştirmek yeterli olamamaktadır. Çocuk ve gençlerin büyümeleri ve gelişmeleri sırasında, gelişimci bir anlayışla onların daha özgüvenli, daha yeterli olabilmeleri ve kendi özelliklerini geliştirmeleri yönünde optimal bir çevrenin sağlanması gerekmektedir. Okullarda psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin amacı, sadece gençlerin sorunlarını çözmeye çabalamaları sırasında yardım etmek değildir. Onların kendi sorunlarını etkili ve en uygun yollarla çözebilen, olumlu benlik algıları gelişmiş bireyler olarak gelişebilmeleri yönünde de destek vermektir.

Bu çalışmanın amacı, ülkemizde psikolojik danışma ve rehberlik mesleğinin hizmetlerine özellikle okullarda duyulan gereksinim ile, PDR öğretim alanının ve tarihçesinin belirtilmesidir. Bunun ötesinde, PDR lisans, yüksek lisans ve doktora programlarının olan durumlarından yola çıkarak olası durumlar hakkında vardamalarda bulunmaktır.

Devamını okumak için tıklayın...

Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün

Tübitak Popüler Bilim Kitapları Serisi’nden Dr. Frank Vertosick Jr. 'in “Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün” isimli kitabını İnönü Üniversite PDR bölümü hocalarından Yrd. Doç. Dr. Özcan Sezer’in tavsiyesi üzerine almıştım. Okumak ancak nasip oldu.

Kitap beyin cerrahisi uzmanı olan Amerikalı bir doktorun başından geçen ilginç bazı anıları gerçek kişilerin isimlerini değiştirerek yazmasıyla oluşmuş. Özel olarak da ilgimi çekmesinin yanı sıra, kolay okunabilir olması nedeniyle çok hoşuma gitti, birkaç gün içinde tamamını okudum. beyin cerrahlarının (kendi asistanlık döneminin zorluklarını hatırlattığı için) dışındaki okuyucuların hoşuna gidecek esprili, bilimsel, sürükleyici ve öğretici kitap.

Kitapta anlatılanlar: doktorların, doktorluk öğrencilerinin yaşamları ve tempoları, yükleri hakkında gerçekçi bir izlenim edinilmesi. Yapılan işlerin, muayene, teşhis, tedavi, ameliyat gibi konularda internlerin eğitiminde karşılaşılan aşamalar ve nahoş durumlar, ameliyatta kimlerin hangi kısımları yaptığı, bir doktorun yetişmesindeki aşamalar v.b olaylar dizisi.

Fakat yazar Dr. Frank Vertosick Jr. öylesine ustaca bir anlatımla, teknik detaylara çok fazla girmeden (bazı yerlerde de herkesin anlayabileceği şekilde açıklamalar yaparak) konuları öylesine güzel anlatmış ki kitabın dilindeki akıcılığa tek bir laf söylemek ya da beğenmemek mümkün değil...

Epeyce ilginç hikaye de anlatıyor kitabın yazarı: İlk kez bir hastanın ameliyatında yaptığı hata sonrası kendini toparlaması, zaten durumu iyi olmayan bir bebeği gece nöbetinde hayatta tutmasının beklendiğini sanıp kendisini parçalaması ve asıl durumu ertesi sabah öğrenmesi, beyin cerrahlarının çok sık yaptığı arka omurgadan şırınga iğnesi ile sırta girilip omirilik sıvısının test için alınması, organ nakli yapılacak olan ama halen yaşamakta olan bir hastanın hakkında nakil izin istenmesi, İngiltere de yaptığı stajın ardından İngiltere ve ABD sistemlerini karşılaştırması.

Yazara göre Amerikan sistemi daha çok bürokrasi içinde, doktorun inisiyatif kullanıp karar vermesi İngiltere de daha kolay. İngiltere de teşhiste röntgen tomografi gibi araçların yanı sıra doktorların tecrübeleri ve izlenimleri daha çok işin içine girmekte. Ancak İngiliz sağlık sisteminin altyapı açısından Amerika dan geri olmakla birlikte, Amerika daki gibi tazminat davaları vb. risklerle karşı karşıya gelmediğini belirtmiş.
Başka ilginç bir hikayede, doktorların hastaların ölümlerini gördükçe ölümlerden etkilenmeye karşı bağışıklık kazanmaları, yazarın deyimiyle psikopat olmaları, manevi açıdan kendilerini kolay toparlamaları. İşin bu yönünü kendi açısından anlatıyor kitapta doktor.

Sakın hastalıklar, ameliyatlar ve kötü hikâyelerle dolu iç karartıcı bir kitap diye düşünmeyin çünkü Dr. Vertosick hayatı her yanıyla yaşamasını bilen ve çevresinde gerçekleşen mizahi olayları da ustaca anlatabilen, gözlem gücü kuvvetli iyi bir yazar...

Yazarımızın gerçekten sıkmayan bir üslubu olduğunu görebilmeniz için kitaptan küçük bir kesit aktararak yazımı bitiriyorum:

Hastanede acil bir durum gerçekleştiğinde (bir hastanın durumu ağırlaşıp da acil müdahale gerektiği zaman hastane içindeki doktorları acil durum anonsuyla çağırdıklarında) orada bulunan hasta yakınları ya da diğer hastalar da (aman ne oluyor diye) rahatsız oluyor...

Bunun için hastane personeli de kendi arasında şifreli şekilde anonslar yapıyormuş; “Doktor White, doktor White lütfen danışmaya geliniz...”

(Tabii ki hastanede bir “Doktor White” yok, bu anons sadece acil durum için doktorlara yapılan özel bir çağrı aslında...)

Bir gün böyle ne olduysa 5-6 anonsa koşup durmuşlar ve tam bugün de bitti geçti diye düşündükleri anda yeni bir anons yapılmış... Yönlendirildikleri hasta odasına gittiklerinde bir de bakmışlar ki adamın bir şeyi yok öyle oturuyor...

Doktorlar “Beyefendi acil bir durumunuz yok bizi çağırmak için niye düğmeye bastınız.” diye sormuşlar...

Adam da “Buraya geldiğimden beri bir türlü iyileşemedim, bakıyorum sabahtan beri herkes bu doktor White’ı çağırıyor, eh bir bildikleri vardır herhalde çok iyi bir doktor olmalı ki adamı çağırıp duruyorlar bari bana da o baksın diye düşündüm.” demiş :)



Devamını okumak için tıklayın...

30 Ocak 2013 Çarşamba

Danimarka Eğitim Sistemi

     Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitim Yönetimi ve Politikası Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Hüseyin Aksoy'un ''İskandinav Sosyalizminin Dönüşümüne Danimarka Özelinde Bir Bakış'' adlı makalesinde Danimarka'da Eğitim Sistemi'ni anlattığı kısa bir bölüm;


       DANİMARKA’DA EĞİTİM SİSTEMİ

     Zorunlu Eğitim Öncesi Eğitim: Okul öncesi eğitimi veren dört farklı kurum vardır. Bunlar yuvalar (3 yaşına kadar) bu çağ nüfusun % 57,6’sı faydalanmaktadır. Ana okulları (3-6 yaş arası) bu çağ nüfusun % 93,6’sı faydalanmaktadır. İlköğretim öncesi sınıflar (6-7 yaş grubu) bu çağ nüfusun % 98’i faydalanmaktadır. 3 ay-14 yaş arası çocuklar için hizmet veren entegre kurumları (www.eurydice.org). Belediyelere bağlı okul öncesi eğitim tamamen ücretsizdir. Ancak özel (devletçe ekonomik olarak desteklenen) okullar paralıdır.
     
     Zorunlu Eğitim: 7 ile 16 yaşları arasında eğitim zorunludur. Zorunlu eğitim dokuz yıldır ancak Folkeskole (ilköğretim okullarına denk düşen kurumun adı) kurumlarında gönüllü bir 10. yıl sunulmaktadır. Çocuklar 7 yaşını doldurdukları yılın Ağustos ayında zorunlu eğitime başlarlar. Aileler kendi belediyeleri içinde yer alan herhangi bir okulu seçme konusunda özgürdürler. Folkeskole’da eğitim tamamen ücretsizdir(www.eurydice.org). Folkeskole’da tüm dersleri içeren bir sınav yoktur. Bitirme sınavı yalnızca bazı dersler bazında oluşturulabilir. Öğrenciler, belirlenmiş bir derste sınava katılıp katılmayacaklarına kendileri karar verirler. Bütüne yönelik bir not bulunmamaktadır. Birinci ve yedinci sınıf arasında geleneksel anlamda not verme sistemi yer almaz. Öğrenci ve anne-babalara okullar, yılda iki kez öğrencilerin ilerlemeleri hakkında bilgi vermekle yükümlüdürler. Sekiz ve onuncu sınıfta bitirme sınavı yapılabilecek dersler ile ilgili notlar verilmektedir: Danimarka dili, matematik, ingilizce, fizik/kimya, almanca, latince, fransızca, resim, tahta işçiliği, ekonomi (Utanır,2000). 

     Ortaöğretim: Genel ortaöğretim; Almengymnasiale uddannelser (Gymnasium ve HF) 16-19 yaş grubu, Erhvervsgymnasiale uddannelser (HTX ve HHX) 17-19 yaş grubu. Mesleki eğitim; Mesleki eğitim ve öğretim (EUD), Temel sosyal ve sağlık eğitimi (SOSU), Tarım, denizcilik vb. eğitimi 16-19 yaş grubu. Gymnasium Folkeskole’nin 9. ya da 10. yılından sonra alınan üç yıllık akademik olarak yönlendirilmiş bir kurstur. HF ise Folkeskole’nin 10. yılından sonra yüksek öğrenime hazırlanmak için alınan iki yıllık genel bir kurstur. HTX ve HHX adındaki daha meslek yönelimli kurslar 3 yıllıktır ve Folkeskole’nin 9. ya da 10. yılından sonra alınırlar ve kişiyi yüksek öğrenime ve iş hayatına hazırlarlar. Mesleki eğitim ve öğretim, iş başında eğitim ile bir meslek okulunda verilen genel ve mesleki eğitimi birleştirir. Temel sosyal ve sağlık eğitimi ve tarım ve denizcilik ve diğer karşılaştırılabilir eğitim türleri uzmanlaşmış okullarda verilmektedir (www.eurydice.org).

     Yüksek Öğretim: Üç üniversite (Kopenhagen, Aarhus, Odense) ve iki merkez üniversite (Roskilde, Aalborg) bir birinden farklı yüksek öğretim olanakları sunmakta ve geleneksel akademik disiplin içerisinde araştırmalar yapmaktadır. Genel üniversitelerde üç yıl süreli bir öğretim süreci oluşmuştur. Bu süreç yüksek lisans bitirme sınavı ile birlikte iki yıllık yapılanmış bir eğitimi takip eden Bakelorya derecesine yönelmektedir (Utanır,2000).


Devamını okumak için tıklayın...

Strese Dayanıklılık Ölçeği

Lütfen şu anda hayat durumunuzu şiddeti derecesine göre gösteren sayıyı seçiniz. 
Her zaman 1
Çok sık 2
Sık 3
Bazen 4
Hiçbir zaman 5
  1. Boyuma uygun kilodayım

  2. Sağlığım iyi (görme, işitme, dişleri kapsayacak şekilde)

  3. Haftada en az dört gece 5-8 saat uyurum

  4. Günde en az bir kez sıcak yemek yerim

  5. Haftada en az iki kez terleyecek kadar spor yaparım

  6. Gün içinde dinlenmek için kendime zaman ayırırım

  7. Zamanı iyi kullanabilirim

  8. Hafta da en az bir kez eğlenmek için bir şey yaparım

  9. Temel harcamalarımı karşılayacak gelirim vardır

  10. Dinsel inançlarım bana güç verir

  11. Düzenli sosyal faaliyetlere katılırım

  12. Çok sayıda tanıdığım ve arkadaşım vardır

  13. Şahsi konularda güvenebileceğim arkadaşlarım vardır

  14. Ailemle veya birlikte yaşadığım insanlarla sorunlarımızı sık sık konuşuruz

  15. 50 km içinde güvenebileceğim bir yakınım vardır

  16. Sevgimi, duygularımı insanlarla paylaşırım

  17. Sıkıntılı, sinirli olduğumda duygularım hakkında kolaylıkla konuşurum veya rahatlama yolu bulurum

  18. Hiç içmem veya içtiğim sigara günde yarım paketi geçmez

  19. Hiç içmem veya içtiğim içki haftada beş kadehi geçmez

  20. İçtiğim çay, kola, kahve günde üç fincanı geçmez
Toplam puandan 20'yi çıkarınız. 

30-60 arası: Stresten zarar görme 1 yıl içinde %10'dur. 

61-75 arası: Stresten ciddi zarar görme 1 yıl içinde %40'tır. 

76'nın üstü: Stresten çok zarar görme 1 yıl içinde %80'dir. 

(Prof. Dr. Özcan Köknel'in Zorlanan İnsan kitabından uyarlanmıştır.)
Devamını okumak için tıklayın...

Çocuklarda Özgüven Yetersizliğinde Ailenin Etkisi

Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın "Çocuklarda Özgüven" isimli yazısından alınmıştır.

Çocuklarda özgüvenin yetersiz gelişmesinin nedenlerinden biri, aşırı himayeci davranan ailelerdir. Bazı anneler çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmek için aşırı korumacı tavırlar sergilerler. Çocuklarını sevgi ve şefkate boğan bu anneler, çocukları hiçbir zorlukla karşılaşmasın diye her türlü işi kendi üzerlerine alırlar. Bu tip ailelerde anne çocuğun yapması gereken şeyleri yapar, çocuk adına düşünür, ona fazla yük vermez. Aslında bu iyi niyetle yapılan bir eğitim hatasıdır. Çocuğun bütün sorumluluklarını üstlenmek çok büyük bir risktir; çünkü çocuk kendi sorununu kendi çözme becerisi kazanamaz. Bu tür bir davranışa mâruz kalan çocukta “Ben yapamam” duygusu oluşur. Bu, özgüveni azaltan bir duygudur; çocuk kendisini yetersiz, güvensiz hisseder ve annesine sormadan hiçbir şey yapamaz hâle gelir.

Ailelerin özgüven konusunda verdiği eğitimde kültürel bir etkiden de bahsetmek gerekir. Bir araştırmada Doğulu ve Batılı öğrencilerin anne ve babalarının bir arada bulunduğu bir topluluğa şu soru sorulmuştur: “Çocuğunuzun girişimci ve özgüven sahibi mi olmasını mı istersiniz, yoksa itaatkar ve sadık olmasını mı?” Batı kültüründe yetişenler bu soruya, çocuklarının girişimci ve özgüven sahibi olmasını istedikleri yönünde cevap vermişlerdir. Doğu kültürüne sahip olanlarsa itaatkar ve sadık çocukları tercih ettiklerini belirtmişlerdir. Bu araştırma bize kültürel kodlarımızla ilgili şöyle bir bilgi vermektedir: İnsanlar neye önem veriyorlarsa çocuklarını farkında olmadan oraya yönlendiriyorlar.

Çocuğun özgüven sahibi olması, girişimci olması aileler tarafından itaatkarlık ve sadakat aleyhine bir risk olarak düşünülebilir ama çocuğu “kuzu” gibi yetiştirmek de doğru değildir. Çocuğu ancak ergenlik çağına gelinceye kadar kendimize bağlı tutabiliriz, daha sonra dış etkilere mâruz kalması kaçınılmazdır. Çocuğun ilerleyebilmesi ve hayata atılabilmesi için riske girmesi, kendi kararlarını kendisinin vermesi, sorunlarını kendisinin çözmesi gereklidir. Çocuk bunları yapamazsa kendi kimliğini geliştiremez ve hayattan korkan, kaçan, her şeyi başkasına havale eden bir insan olur.

Çocuğu küçük yaşlardan itibaren hayata hazırlamak gerekir. Sorumluluk alabilen bir çocuk yetiştirmek isteyen aileler onun büyümesini beklemeden, küçüklüğünden itibaren çocuğa bazı küçük görevler vermeliler ki çocuk bazı şeyleri yapabildiğine, elinden bir işin geldiğine inansın. İlkokula başlayan çocuk sorumluluk almaya hazırdır. Bu çocuğa sorumluluk verilmezse çocuğun kendine duyduğu güven giderek zayıflamaya başlar. İlginç olan şu ki; küçükken çocuğuna hiçbir sorumluluk vermeyen bazı anne babalar, çocukları ileriki yaşlarda sorumluluk almayınca tepki gösteriyorlar. Oysa ki aile eğer o yaşa kadar çocuğa bazı sorumluluklar yükleyip inisiyatif vermediyse çocuğun birdenbire ayaklarının üzerinde durmayı başaramaması gayet doğaldır.
Çocuğun kendine güvenini azaltan bir etken de mükemmeliyetçi anne babaların eleştirinin dozunu kaçırmasıdır. Sürekli eleştirilen çocuk kendisini aptal, yetersiz, beceriksiz hisseder. Diyelim ki çocuk kötü bir karne getirdi, notlarının çoğu zayıf, birkaç tane de iyi var. Aileler genellikle karneye bakar, “Şu niye zayıf, bu niye zayıf?” diyerek çocuktan hesap sorarlar. Bu arada çocuğun kişiliğini eleştirmeyi de ihmal etmezler. Halbuki doğru olan “Bak, şundan beş almışsın, bundan dört almışsın. Şu zayıfları nasıl düzelteceksin?” tarzında yaklaşmak, çocuğu başarıya motive etmektir. O zaman çocuk kendisine değer verildiğini ve sorumluluk aldığını hisseder.

Çocuk yanlış bir şey yapınca onun kişiliğini eleştirmek çok büyük bir hata ve özgüven yıkıcı bir davranıştır. Onu karşınıza alıp yaptığı hatayı kendisine sakin ve kararlı bir dille anlatırsanız çocuk sizi anlayacaktır. Hatasını göstermek yerine, “Sen zaten şöylesin, böylesin” demek çocuğu yaralamaktan başka bir şey yapmaz. Çocuk ailesinin yanındayken kendini yetersiz hissediyorsa sorunu çocukta değil ailede aramak gerekir.

Çocuğun özgüvenini azaltan bir eğitim hatası da çocuğu başkalarıyla kıyaslamaktır. “Bak, filanca hep ders çalışıyor, çok başarılı. Sen niye öyle değilsin?” diye başkasıyla kıyaslanan çocuk kendini güvensiz ve yetersiz hisseder. Halbuki çocuğu kendi kendisiyle yarış yapmaya odaklamak gerekir. Nasıl ki anne baba, çocuklarının kendilerini başka anne babalarla kıyaslamasından rahatsızlık duyarsa çocuk da başka çocuklarla kıyaslandığında aynı rahatsızlığı hisseder. Anne babaların bu bilinçte olması çok önemlidir.

Ailelerin tutum ve eğitim hataları sonucu özgüvenden yoksun bırakılmış çocuklar sürekli kendilerini ailelerine kanıtlama ihtiyacı hissederler. Bunun için ya bir gruba dahil olurlar, ya okuldan kaçarlar, ya da marka  tutkusu geliştirirler. Kendilerini gerçekleştirmeyi bir grup ile, marka  ile yapmaya çalışırlar. Özgüvene sahip olan bir çocuk marka  takıntısına girmez; çünkü bunu çok önemsemez. Anne babalar “Benim çocuğum markasız giymiyor” diyorlarsa önce kendilerini sorgulamalarında fayda vardır.
Devamını okumak için tıklayın...

3 Idiots

     Hint filmlerinin zirve noktası olarak tanımlanan 2009 yapımı bir filmdir.      Yapımcısı Aamir Khandır.

     Kısaca konusundan bahsedecek olursak;
     Hindistan'ın en iyi mühendislik okuluna başlayan öğrencilerin hayatını anlatıyor özet olarak. Sistemin daima yarış üzerine kurulu olduğu, herkesin en iyi olmaya çabaladığı bir okulda sistemi değiştirmeye çalışan bir öğrenci ve onun en yakın 2 arkadaşının başlarından geçenler, hayattan aslında ne istedikleri anlatılıyor. Ranco karakterinin başrol oynadığı film dram ve komedi türünü en iyi şekilde harmanlayıp gerçekten öğretici bir hal almış.

     Film hem eğitim sistemini çok güzel bir biçimde eleştiriyor hem de insanların robottan daha çok insan olması gerektiğini öğretiyor. Kavga ve tartışmalardan ziyade zeka ile insanlara nasıl karşı gelinebileceğini gösteriyor. 

      Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri. Karakterler mükemmel ve üzerinde bi hayli düşünülmüş. Replikler ,Oyunculuklar, Müzikler,Senaryo muhteşem. Bu filmde en can alıcı replik ''herşey yolunda'' yani "All is well" olmalı. Çünkü filmdeki insanların hayata bakış açısı bununla değişiyor. Müzikler ve danslar komik. Filmin büyük kısmı eğlenceli bazı kısımlar ise duygusal.

     Eğitim sistemini eleştiren, öğrenciler üzerindeki psikolojik baskıya vurgu yapan bir film. Ezberci eğitim... belkide bir çok ülkenin eğitim sisteminin sorunu. Aile baskısı ve diğer pskolojik faktörler yüzünden bir çok kişi yetenekli oldugu alanda veya istediği alanda değilde farklı bir alanda okumak zorunda kalıyor. Hindistan yapımı olmasından dolayı önyargılı olan ve izlemek istemeyenler vardır. Hala izlememiş olanlar için tavsiyem önyargılarınızı çöpe atın ve izleyin. o uzun 3 saatin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.

     Unutulmayacak repliklerden biri olarak;
     "ARKADAŞLARINIZ BAŞARISIZ OLUYOR, ÜZÜLÜYORSUNUZ; ARKADAŞLARINIZ BİRİNCİ OLUYOR, DAHA ÇOK ÜZÜLÜYORSUNUZ''.
Devamını okumak için tıklayın...

29 Ocak 2013 Salı

Her Yaşta ve Her Türde Öğrenci İçin Tek Felsefe

     Öğretimle ilgili kitapların çoğu, sanki öğretmenlerin her yaştaki çocuk için farklı bir pedagojiye gereksinimleri varmış gibi farklı yaşlardaki çocuklar için farklı beceriler, stratejiler ve yöntemler gerektiğini söyler. Anaokuluna giden çocuklarla liseye gidenlerin veya altıncı sınıf öğrencilerinin eğitiminin çok farklı olduğu söylenir. Materyallerin ve eğitim deneyimlerinin belirlenmesinde farklı gelişim çağındaki çocukların göz önünde bulundurulması gerektiği doğru olmakla birlikte, öğretmen ve öğrenci arasındaki temel insan ilişkisi aynı kalmaktadır.
     E.Ö.E kurslarında sunduğumuz beceriler ve yöntemler, üniversite çağındakiler de dahil olmak üzere her yaştaki örencinin etkili eğitimi için aynı derecede faydalı ve uygulanabilirdir. Öğretmenler, anaokulu öğrencileri,  ilkokul öğrencileri veya lise öğrencileri için ayrı beceriler öğrenmek zorunda değildir. Bizim felsefemize göre hangi yaşta olursa olsunlar, öğrenciler insandırlar ve öğretmenlerin onlara davranış tarzına göre, onlarla iyi veya kötü insani ilişkiler kuracaklardır. 
     Benzer şekilde, öğrenciler arasında, ırk, etnik köken, IQ derecesi, yetenek, sosyal ve ekonomik durum gibi farklılıklara da gereğinden fazla önem verildiğini düşünüyoruz. Öğrencileri sınıflandırmak, denemek, değerlendirmek, etiketlendirmek ve kalıplara sokmak sadece gereksiz değil aynı zamanda zararlı da olabilir. Bu anlayış, okulların öğrencilerini, doktorların hastalarını gördükleri gibi değerlendirmelerine neden olmuştur. Bilindiği gibi birçok doktor hastalarından bir kişi olarak değil, örneğin; ''alerji vakam'' ''kalp hastam'' ''ülser hastam'' gibi tanımlamalarla bahseder. Okullar da genel olarak, öğrencilerini bir kişi olarak değil, yüzü olmayan vakalar olmak değerlendirmektedir. Başarılı olanlar, yetenekli olanlar, başarısız olanlar, eğitim açısından özürlü olanlar, alt kültür olanlar, alt kültür olanlar, yüksek veya düşük IQ'su olanlar, hiperaktif, ruhen çökmüş olanlar, yüksek veya düşük potansiyeli olanlar vs.Bu tür bir teşhisin ve bu teşhisin ardından onları gruplandırmanın zararlı etkileri birçok araştırmayla ortaya konmuştur. (Praeger, 1997 Araştırmaları).  Bu araştırmalar bu tür gruplandırmaların sadece çocuğun özsaygısını azaltmakla kalmadığını , aynı zamanda öğretmenin beklentilerinin önyargılı olmasına (kendini doğrulayan kehanet) neden olduğunu ve bu nedenle eğitimin niteliğinin düştüğünü açıkça göstermektedir.

     Daha fazlası için ''Etkili Öğretmenlik Eğitimi''

     Etkili Öğretmenlik Eğitimi kitabından alınan bu bölüm çoğunlukla Amerikan eğitim sistemini göz önünde bulundururak yazılmıştır. Sizce Türk Eğitim Sistemi içinde bulunan sorunları da yansıtan yerler var mı ?
Devamını okumak için tıklayın...

''Ölü Ozanlar Derneği''

     Aamir Khan'ın oynadığı ve Türkiye'de de çok beğenilen ''3 Idiots'' filmi nasıl üniversite öğrencilerine yönelik bir film ise ''Ölü Ozanlar Derneği'' filmi de aile ve öğretmenlere yönelik bir film.

     Üstün Dökmen ''İletişim Çatışmaları ve Empati'' kitabında toplumları ''Çocuk-Ana Baba Davranışı Sergileyen'' ''Yetişkin Davranışı Sergileyen'' ve ''Empatik Toplumlar'' olmak üzere üç kısımda inceler. Nihai amaç Çocuk Ana-Baba tavırlı toplumlardan tüm rollerin gereğince uygulandığı Empatik Toplumlara geçebilmektir. Ölü Ozanlar Derneği filminde Welton Academy'nin (takma adıyla Hell-ton Academy) yöneticileri başlı başına ''Yetişkin Davranışı Sergileyen'' bir toplumun ferdlerini simgeler. Belli kurallar vardır ve asla dışına çıkılmaz, adeta kurallar insanlar için değil, insanlar kurallar için vardır.

     Okula edebiyat öğretmeni olarak gelen John Keating (Robin Williams) ise hem Anne-Baba hem Çocuk hem de Yetişkin tavırlarını dengeli bir şekilde kullanan Empatik Toplumun bir öncüsünü simgeler. Belli kurallara uyulması gerektiğini söylerken yetişkindir, yaratıcılığıyla çocuk yanını kullanırken, çocuklara öğüt vererek de Ana-Baba yanını gösterir. ''3 Idıots'' filmiyle öğrendiğiniz ''All iz well'' (Herşey yolunda) bu kez ''Carpe Diem'' (Zamanın tadını çıkar) şeklinde karşımıza çıkıyor. Hayatınızda yer edecek mutlaka izlenmesi gereken bir film...
Devamını okumak için tıklayın...

''Temple Grandin''


     Film otobiyografik bir eserdir.Filmin konusunda önce aşağıda kişinin hayatıyla ilgili kısa bir bilgi var.

     Temple Grandin (29 Ağustos 1947 doğumlu) Amerikalı bir doktor, hayvan davranışlarını araştıran hayvan bilimiyle ilgilenen ve Colorado State Üniversitesi profesörü, çok satan yazar ve hayvancılık sektöründe danışman. 

     Grandin, yüksek işlevli otistik bir kişi. Genel olarak otizm savunuculuk çalışmaları için dikkat çeken ve aşırı duyarlı kişileri sakinleştirmek için tasarlanmış bir kucaklama makinenin mucidi...

     Temple grandin otistik olduğu için çevresi tarafından dışlanmaktadır.Bu onu asosyal bir kişi yapmıştır.Yukarıda verdiğimiz bilgideki gibi yüksek işlevli bir otistiktir.Eksiklikleri olduğu gibi normal insanlardan farklı olarak üstün  yetenekleride vardır.Tatilde, teyzesinin çiftlik tarzı olan evine gitmesi ilerdeki akademik hayatına yön verecektir.

     Hayata 1-0 yenik başlayanların da aslında büyük işlere imza atabileceğini izleyenlere göstermeye çalışan bu film otizm özellikleri sunma  açısından bir baş yapıt sayılabilir.


Devamını okumak için tıklayın...

Kentler ve Gölgeler ''Beyrut-Amin Maalouf''



     TRT'nin hazırladığı Kentler ve Gölgeler belgeselinde ''Beyrut'' ve Beyrut'da doğmuş olan Gouncourt Edebiyat Ödülü Sahibi, kitapları kırkdan fazla dile çevrilmiş yazar Amin Maalouf'un anlatıldığı bölüm;

     Kenti ve Maalouf'u anlatan ise ''Muz Sesleri'' kitabını yazmak için aylarca Beyrut'da yaşamış olan gazeteci-yazar Ece Temelkuran.


Devamını okumak için tıklayın...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Etkili Öğretmenlik Eğitimi - Thomas Gordon

     Her yaştan öğrencinin en iyi özelliklerini ortaya çıkarmaları için öğretmenlere ve eğitimcilere yardımcı olduğu kanıtlanan vazgeçilmez kitap.

     Dr. Thomas Gordon'un sıra dışı eğitim proğramına dayanan ''Etkili Öğretmenlik Eğitimi'' neredeyse otuz yıldır dünyanın hemen her yerindeki öğretmenlere disiplin problemi yaşayan öğrencilerin davranışlarıyla nasıl ilgilenebileceğini gösterdi.

     Elinizde genişletilmiş ve güncelleştirilmiş son hali bulunan ''Etkili Öğretmenlik Eğitimi'' tüm öğretmenlere ve eğitimcilere, öğrencilerin yeteneklerini nasıl geliştireceğinin ipuçlarını veriyor.

     Ayrıca bu kitap sayesinde;  Öğrenciler size problem getirdiğinde ne yapmanız gerektiğini, sizi dinlemediklerinde bunun nasıl önüne geçeceğinizi, onları incitmeden çatışmaları nasıl çözeceğinizi, öğrencilerin yaratıcılık ve öğrenme kapasitelerini nasıl geliştireceğinizi öğreneceksiniz.

     2003 Nobel Barış Ödülü adayı Dr. Thomas Gordon'ın söylediklerini örneklerle ve dialoglarla desteklediği bu kitap tüm eğitim fakültesi öğrencilerinin de yararlanabileceği bir kitap.
Devamını okumak için tıklayın...

Savunma Mekanizmaları Sunusu


     (Yazının sonunda bulunan linkten savunma mekanizmaları sunusunu indirebilirsiniz).

     Savunma mekanizmaları gerek kişinin ortama adaptasyonunda ve gerekse gelişiminde çok önemli bir rol oynar. Kişilik Gelişimi’nin en göze çarpan ve önemli gerçeklerinden biri, onun sürekli olarak değişimidir. Bu değişim hayat boyunca devam etmekle beraber, en belirgin olarak bebeklik, çocukluk ve ergenlik devrelerinde gözlemlenir. Gelişim süresince ego, yapısal olarak farklılaşır, dinamik olarak da enerjinin dürtüsel kaynakları üzerine olan kontrolünü arttırır.

     Tüm kişilikte oluşa gelen değişiklikler, beş koşulun sonucu ortaya çıkar.

* Olgunlaşma
* Dış dünyadan kaynaklanan ve düş kırıklığı ile sonuçlanan üzüntü verici uyarılar
* Kişisel yetersizlikler
* Sıkıntı

     Kişinin olgunlaşma süreci içinde karşılaştığı tüm engelleyiciler ve bunlarla savaşımı, bu engelleri yenme yolunda ortaya koyduğu uğraş, onun kişiliğini geliştirir. Bu gelişimde ego, ait olduğu organizmayı koruma gayretiyle bir takım Savunma Mekanizmaları yaratır. Normal veya nörotik her şahıs, hayata uyumda bu savunma mekanizmalarından birini veya birkaçını kullanır.

     Özetle, Kişilik Davranışları = Gelişim + Savunma Mekanizmaları diyebiliriz.

Savunma Mekanizmaları Sunusu
Devamını okumak için tıklayın...

27 Ocak 2013 Pazar

Türk Eğitim Sistemi ve Eğitim Yönetimi Ders Notları

Yönetim kuramları konusu "kesin soru gelir" denebilecek bir konu, bu tablodan faydalanabileceğinizi düşündüm.

yönetim kuramları tablosu
Devamını okumak için tıklayın...

Yönetim Kuramları ve Sınıf Yönetimi

Devamını okumak için tıklayın...

Bilim Tarihi Dersi Slaytları

Devamını okumak için tıklayın...

Trafik Kazaları- İletişim Kazaları

Aşağıdaki yazı Doğan Cüceloğlu'nun Yeniden İnsan İnsana isimli Kitabından alınmıştır.

Bir ülkenin trafik düzeni, o toplumun insan ilişkilerini yansıtan önemli göstergelerden biridir. Trafik, araç kullanan kişilerin birbirleriyle kurdukları ilişkilerin tümünü ifade eder. Bir ülkedeki trafik düzenine bakarak, insanların birbirlerine nasıl bir tavır içinde olduklarını gözlemleme olanağı vardır. Günlük yaşamımızın önemli bir parçası olan trafikteki davranışlara, bu amaçla kısa bir göz atalım.

TRAFİK KAZALARI -İLETİŞİM KAZALARI

Her gün karşılaşılan --trafik sorunları-- aslında kişiler arasında ortaya çıkan --ilişki sorunları--nın tipik bir örneğidir. Trafik yasası, araç kullanan kişilerin ilişkilerini düzenleyen kuralları kapsar. Taşıt gibi somut bir nesne ile, sürücülük gibi açık seçik gözlemlenebilen bir davranışı içerdiği için, trafikte aksayan yönleri görmek daha kolaydır. İnsan ilişkilerinde aksayan yönleri gözlemleyebilmek trafikte olduğu kadar kolay değildir; daha üst düzeyde bir algılama becerisi gerektirir. Bu nedenle söze, gözlemlemesi kolay olan trafik sorunlarının tartışmasıyla başlayalım.

Türkiye'nin trafik düzeninin bozukluğundan söz edildiğini işitmeyen kalmamıştır. Trafik kazalarıyla ilgili haberler, çoğu kez, gazetelerin ilk sayfalarında yer alır. Yılın belirli bir haftası --Trafik Haftası-- olarak adlandırılarak ister sürücü, isterse yaya olsun, vatandaşın trafik bilgisi artırılmaya çalışılır. Yurt dışında, daha gelişmiş ülkelerde bir süre bulunmuşkimseler, o ülkelerdeki trafik düzeniyle yurdumuzdaki trafik düzenini karşılaştırarak --Bizde niçin onlar gibi düzenli bir trafik yok?-- diye yakınır.

Kısacası, Türkiye'nin trafik düzeninin karmakarışık, başıbozuk olduğu söylenir. Avrupa ya da Amerika toplumunun anlayışı içinde değerlendirilirse, trafiğimizin gerçekten büyük bir başıbozukluk içinde olduğu görülür. Ne var ki, Türk toplumunun yaşamını yönlendiren geleneksel kültür anlayışı çerçevesinde bakılırsa, Türk trafiğinde tutarlı bir düzen gözlenir.

Türkiye'deki trafiğin temelinde bulunan ve onu biçimlendiren kurallar, toplum yaşamını yöneten temel anlayıştan kaynaklanır. Bu nedenle, günlük trafik yaşamımızda uygulanan kurallar, Batılı ülkelerin trafik kurallarından doğal olarak farklıdır. Kitapta yazılı olan trafik yasası Batılı ülkelerin kurallarına yakın düşer; ama, sokakta uygulanan trafik yasası Türk toplumuna özgüdür ve insan ilişkilerini yöneten temel anlayışı yansıtır. Örneğin, --büyük aracın geçiş üstünlüğü (vardır)-- kuralı bize özgü, trafik yasasında bulunmayan, oysa uygulamada geçerliği olan bir kuraldır. Yine, --erkek sürücü kadın sürücüden üstündür; kadın sürücü erkek sürücüye yol vermeli ve onun önüne geçmemelidir--kuralı, toplumumuza özgü, trafik yasasında olmayan bir kuraldır.

Trafik yasasında bulunmayan, ama Türkiye'de uygulamada kullanılan yukarıdaki örneklere benzer daha birçok --gizli kural-- gösterilebilir: --Duruma göre kırmızı ışıkta durulmayabilir--, --Trafik polisi tanıdıksa ceza yazmaz--, --Taksi şoförü, özel araç kullananlardan daha ayrıcalıklıdır--, --Resmi araçlara ceza yazılmaz v.b.

Yukarıda da belirtildiği gibi, trafik, araçlı insanların ilişkisi olarak tanımlanabilir. Ne var ki bu ilişki, sınırları ve kullanış biçimleri iyice belirlenmiş yerlerde, yani yollarda yer alır. Bu sınırlandırmaya rağmen, yol üzerinde trafik ilişkileri içinde olan kimselerin davranışlarıyla, yüz yüze konuşan insanların iletişim ilişkileri arasında büyük benzerlikler bulunur.

Bazı kimselerin, konuştukları kişilerin sözlerini sürekli olarak kestiklerini gözlemişsinizdir. Bu kişiler sözlerini kestikleri kimselerden sosyal mevki, prestij ya da yaş yönünden, büyük bir olasılıkla, daha --büyük--türler. Sosyal itibar yönünden --büyük-- olan bu kişiler, karşısındaki sanki konuşmuyormuş gibi, istedikleri anda söze başlar. Bu davranış biçimiyle, trafikte büyük araçların kendilerinden daha küçük olan araçların yollarını kesmeleri, sanki küçük araçlar yokmuş gibi davranmaları arasındaki benzerlik ne denli çarpıcı, değil mi?

Bir aracın sürücüsü, yolda kendinden başka araç yokmuş gibi davranırsa, trafik kazası olur. Bir kişi konuşurken, karşısındakini nasıl etkilediğini düşünmeden, kendi bildiği yönde istediğini söylerse, aynı trafikte olduğu gibi, --iletişim kazaları-- ortaya çıkar. İnsan ilişkileriyle ilgili bu kazaların sonucunda da -- yaralananlar-- ve --ölenler-- vardır: Küsenler, ayrılanlar ve gücenenler --yaralıları--, kendi içine kapanıp yalnızlığa gömülenlerse --ölenleri--oluşturur.

İletişim kazaları, trafik kazalarında olduğu gibi, kazalara yol açan nedenler bilindiği derecede azaltılabilir. İletişim konusunda bilgi edinen birey hem kendini, hem de çevresindekileri daha iyi değerlendirir ve anlar. Kendi davranışlarını değerlendirebilen kimse, kurmuş olduğu ilişkilerin temelind yatan psikolojik süreçleri anlar ve farkına varmadan ortaya çıkan --iletişim kazaları--nı önleyebilme olanağına kavuşur.

SÖZÜN KISASI

Bir kişinin kendinden hoşlanması ve kendini diğer insanlarla, doğayla ilişki içinde görmesi, yaşamının anlamlı olmasını sağlar. Gergin bir toplum içinde yaşıyoruz; kişileri kuşatan bu gerginliğe esir düşmemek için, kişinin kendisiyle ve çevresiyle, bilinçli ilişki kurması gerekir. Bilinçli iletişim, anlamlı yaşama, anlamlı yaşam da sakin ruh halinin gelişmesine yol açar.

Türk insanı özgürlükçü çağdaş anlayışın toplumumuzda kök salması ve filizlenmesi için --iletişim gereğini-- benimsemeli ve zaman kaybetmeden uygulamaya koymalıdır. Özgür ortam içinde yapılan iletişim, toplum sorunlarının çözümüne olduğu kadar, kişiler arası sorunların çözümüne de katkıda bulunur.

İletişim alışkanlıklarının bazıları, trafik ilişkilerinde görülür. Trafik kazaları nasıl ölü ve yaralılar ortaya çıkarıyorsa, iletişim kazaları da --ölü-- ve --yaralılar-- ortaya çıkarır. Bu tür --ölü-- ve --yaralılar'ın sayısı azaldıkça toplumumuz daha sağlıklı olur.

Devamını okumak için tıklayın...

Prof. Dr. Burhanettin Dönmez - Ajanda Proğramı

Malatya'da yayın yapan Ufuk TV'nin, İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Burhanettin Dönmez ile ''Türkiye'de ve Malatya'da Eğitim'' ile ''Etkili Öğretmen Eğitimi'' konularında yaptığı televizyon proğramının kaydı:




İkinci Bölüme Geçmek İçin tıklayın.

Devamını okumak için tıklayın...

Sosyal Antropoloji Dersi Slaytı

indirmek için aşağıdaki linke tıklayınız.

Alan Çalışması: Yöntem ve Teknikleri
Devamını okumak için tıklayın...

26 Ocak 2013 Cumartesi

İnsan İlişkilerinde Güven (1)

     Geçtiğimiz sene Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi ve Dünya Değerler Araştırması Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer'in hazırladığı ''Türkiye Değerler Atlası 2012'' yayınlanmıştı.

     Yayınlanan bu atlasta özellikle bir istatistik Türkiye adına çok karamsar. Ülkelere göre o ülkelerde yaşayan insanların birbirlerine güven oranları araştırılmış. Türkiye'de ''İnsanların çoğuna güvenilebilir'' diyenlerin oranı yalnızca %12 iken Danimarka, Norveç ve İsveç gibi hem sosyal açıdan hem de eğitim sistemleri açısından Dünya'nın önde gelen ülkelerinde %70'lerin üzerinde. İndirmek isteyenler için ''Türkiye Değerler Atlası 2012'' nin indirme linkini de yazısının sonunda paylaştık. Fakat bu atlasdan önce bu ''güven'' oranından hareketle Doğan Cüceloğlu'nun üç bölümde yayınladığı ''İnsan İlişkilerinde Güven'' başlıklı yazının ilk bölümünü sizlerle paylaşmak istedik:

     Selam Verdim Almadı

     Geçenlerde bankadan para çekmek istedim; birkaç denemeden sonra para çekme makinasının bozuk olduğunu anladım. Ben ayrılırken iri yarı yirmi dokuz, otuz yaşlarında giyimli genç bir erkek geldi; ona makinanın bozuk olduğunu söyledim. Yüzüme bile bakmadı, yürüdü gitti. Kendimi adam yerine konmamış hissettim. Kötü bir duyguydu!

     Birkaç gün önce akşam uçakla Ankara'dan geldim; hava alanında taksiye bindim ve şoföre, "Merhaba, iyi akşamlar!" dedim; ağzını açıp cevap vermedi. Kendimi yine adam yerine konmamış hissettim. Kötü bir duyguydu!

     Birbirimizi adam yerine koymuyoruz. Neden?

     "Tandıdık bildik biri değilse biri bizimle mutlaka bir şey istemek için konuşur," kanısı toplumumuzda oldukça yaygın. Bizimle konuşan kişinin söylediklerini dinlemek ve onun gözünün içine bakmak, "Ben kerizin tekiyim; gel beni istismar et!" anlamına geldiği için, kimse keriz durumuna düşmek istemiyor.

     Konuşan insanın bir çıkarı olduğu için bizimle konuştuğunu biliyoruz. O nedenle, tanıdık bildik olmayan kişilerle belirsiz ortamlarda, adam yerine korsam, "selam veririm, borçlu çıkarım!" diye bir kaygı var.

     Bu kaygı nereden geliyor? 

     Bir Enayi Yardım Eder

     Eğitimci arkadaşım Nurdoğan Arkış'tan şöyle bir öykü dinlemiştim:

     Bir küçük çocuk tekerlekli bir arabayı yokuş yukarı zorla itiyor ve çok zorlanarak yavaş yavaş çıkartıyormuş. Yoldan geçen orta yaşlı bir adamın bu manzaraya yüreği elvermemiş, yokuşun tepesine kadar çocuğa yardım etmiş. Adam nefes nefese çocuğa sormuş;

"Bu arabayı buraya çıkarmanı kim istedi?"

Çocuk, "Babam," demiş.

"Bu arabayı tek başına bu yokuşa çıkaramayacağını baban bilmiyor muydu? Seni ne kadar zor duruma koymuş."

"Ben ona, baba ben bu arabayı çıkaramam, diye söyledim."

"Peki ne dedi?"

"Sen başla oğlum, enayinin biri senin için çıkarır, dedi."

     Bu öykünün gerçek mi, uydurma mı olduğunu bilmiyorum. Ama, şunun farkındayım; benim toplumumda yardım etmek, hizmet etmek enayilik, kerizlik olarak görülebiliyor.

     Böyle bir toplumda güvenmemek bir erdem olarak çocuklara öğretilebiliyor: "Babana dahi güvenmeyeceksin!"

     Evlenirken karına güvenmeyeceksin ki, sana yuları takmasın.

     Çocuğu uyurken öpeceksin ki, şımarmasın.

     Kimseye güvenmeyeceksin, sana güvenene de ahmak gözüyle bakacaksın; insanı kullanabildiğin kadar kullanacaksın ve işe yaramaz hale gelince posasını bir yana atacaksın.

     Çocuklarımıza verdiğimiz sosyal mirasımız bu. Bu mirasta anababalarımızın, öğretmenlerimizin, eğitim sistemimizin, din anlayışımızın, politika anlayışımızın, en önemlisi kültürümüzün insan ve yaşam anlayışımızın payı var.

Güvenen ve Güvenmeyen İki Toplum

     Gelin şimdi iki toplum yaratalım. Birinde insanlar, aynı bizde olduğu gibi, birbirine güvenmemek üzere yetiştirilmiş olsunlar. Bu toplumda insanlar birbirinden korkuyor olsun; güvenmemek en büyük erdem olarak, "babana dahi güvenmeyeceksin" bir ilke haline gelmiş olsun.

     Bize benzemeyen öbür toplumda, insanlara güven duymanın sosyal yaşamın bir gereği olduğu düşünülsün, huzurlu bir toplum için, aynı değerlere inanmış insanların, birbirlerine güven duyarak yaşamasının gerekliliği üstünde çok durulsun.

     İlkine güvensizlik, ikincisine güven toplumu diyelim. Şimdi bu iki toplumu karşılaştıralım:

     "İnsanların çoğu güvenilir mi?" sorusuna ilk toplumda büyük bir çoğunluk, "Hayır, güvenilmez!" diyecektir. İkinci toplumda ise çoğunluk, "Evet, güvenilir!" diyecektir.

     Bu soru bir araştırmanın parçası olarak gerçekten sorulmuş ve şöyle bir netice alınmış: (Yüzdeler, "Evet, güvenilir," diyenlerin yüzdesi.)

Norveç: %61.2
Kanada: %49.6
ABD: %45.4
İtalya: %26.3
Türkiye: %10 (29 ülke içinde 28. ülke.)
Brezilya: %6.7 (En güvensiz 29. ülke.)

     Karşılaştırmaya devam edelim:

     Güleryüzlü ya da Asık Suratlı Olmak

     Acaba yüz ifadeleri nasıl olacaktır? Birbirine güvenmeyen insanlar güleryüzlü olmaktan korkacaklardır; suratları hep asık gezeceklerdir, çünkü güleryüz gösterirlerse insanların gelip onlardan bir şey isteme olasılığı artacaktır.

     Yurt dışından her gelişimde bu benim başıma gelir; dört beş gün içinde yüz ifademi hayal dünyasında gezen gülümseyen 'keriz' insanın yüz ifadesinden, hayatın gerçeklerini anlamış olgun insanın asık suratlı yüz ifadesine çeviriyorum. Güleryüzlü iken benden sürekli bir şey istemek için gelen dilenci ruhlu insanlar, asık suratlı olunca beni rahat bırakıyorlar. Bir süre sonra yurt dışına gidince çevremdeki insanların ne kadar güleryüzlü, kendimin ne kadar asık suratlı olduğunun farkına varıyorum. Orada yeniden güleryüzlü olmasını öğreniyorum.

     Bazı seminerlerimde güleryüz ve asık suratlı olmayı kişinin ekonomik durumuyla ilişkilendiriyorlar ve bana, parası olmayan aç adamın güleryüzlü olmasını nasıl beklersiniz, diye soruyorlar.

     Ben de onlara, sizin tanıdığınız zengin insanlar fakir insanlardan daha mı güleryüzlü, diye soruyorum.

     Ben bu soruyu sorunca kişiler önce hayretle yüzüme bakıyorlar. Yüzlerindeki hayretten ilk defa böyle bir karşılaştırma yaptıklarını anlıyorum.

     Daha sonra gülümsüyorlar ve düşünmeye başlıyorlar. O sırada seminerde o ana kadar söze karışmamış bazı kişiler, "zenginler daha asık suratlı; onların kaybedecek daha çok şeyleri var," sözleri geliyor.

     Ama şurası bir gerçek; gelişmiş toplumların insanları daha güleryüzlü. Uçaktan inip aralarına karışır karışmaz hemen 'güleryüzlü insanların arasındayım' duygusu geliyor insana.

     Bu gözlemi nasıl yorumlayalım? Sıradan insanın yorumu genellikle şöyle oluyor: 'gelişmiş toplumun insanları günlük yaşamda daha az sorunlarla karşılaşıyorlar, o nedenle daha güleryüzlüler.'

     Sosyolog ekonomist Francis Fukuyama ise bu durumu şöyle yorumlamaktadır: 'toplumda insanların birbirlerine duydukları güven o toplumun sosyal sermayesidir. Para ve teknoloji gibi ekonomik anlamda sermayenin üretken olabilmesi için iş ortamında güvenden kaynaklanan bir sosyal sermayenin olması gerekir.'
     Fukuyama'nın mantığına göre, insanların birbirine güven duyması hem ekonomik refahı, hem de güleryüzlü olmayı yaratıyor.

     İnsanlar Neden Güvenmezler?

     Peki, insanlar neden birbirlerine güvenmezler?

     Bu basit ama çok önemli soruyu kapsamlı olarak burada ele almam olanaksız. Ama, şunu söylemek istiyorum: insanlar güvenen varlıklar olarak doğarlar. Çocuk tüm yaşamını güven üstüne kurmuştur. Kendini sevecek, koruyacak, besleyecek birilerinin olacağına güvenerek doğar. 

     Bu güven erken yaşta elinden alınırsa yaşamını sürdüremez.

     Güven ortamında büyüyen çocuk sağlıklı olarak gelişir. Güven ortamından mahrum kalan çocuk bedenen ve ruhen sağlıksız yetişir.
Güvensizlik doğuştan getirdiğimiz bir özellik değil; toplumsallaşma süreci içinde öğreniyoruz. Güven duymamayı öğretiyoruz. Sigara kulanmayı, alkol içmeyi öğrettiğimiz gibi, yalan söylemeyi ve güven duymamayı öğretiyoruz.

     O zaman, "neden yalan söylemeyi, güven duymamayı öğretiyoruz," sorusuyla karşılaşıyoruz.

     Bunlar yalın ama çok temel sorular.

     Ancak bir kitapta hakkıyla ele alınıp yanıtlanabilir.

     Bundan sonraki birkaç yazıda, güvensiz ve güvenli bir toplumun insanlarının davranışlarını karşılaştırmak istiyorum.

     Yüz ifadelerini karşılaştırdık, şimdi iletişim tarzlarına bakalım.

     Tanımadığına Selam Verme

Evet, "tanımadığına selam verme!" Bizim gibi birbirine güveni düşük olan insanlardan oluşan toplumlarda işleyen kural bu. Bu yazının girişinde anlattığım gibi, selam verdiğin kişi tanımadığın biriyse, güvensiz toplumlarda iki ihtimalden biri gerçekleşir:

1- Tanımadığın kişi senden güçlüdür ve onun gücünü istismar edeceğinden çekindiği için senin selamını almak istemez, o nedenle sana asık suratlı davranacaktır.

2- Tanımadığın kişi senden güçsüzdür ve senin gücünü istismar etmek için hemen fırsat kollayacak ve selam verdiğine seni pişman edecektir.
Güven düzeyi yüksek olan toplumlarda insana insan olduğu için selam verilir; toplumsal yaşam sosyal ilişkiler üstüne kurulur ve sosyal ilişkiler selamla başlar. O nedenle sokakta, pazarda, asansörde, merdivende, nerede olursa olsun insanların sürekli birbirleriyle selamlaştıkları gözlenir.

Doğan Cüceloğlu (25/06/2006)

TÜRKİYE DEĞERLER ATLASI 2012 İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN.

Devamını okumak için tıklayın...

Yalan Söyleyen Kişiyi Nasıl Anlarız?

Daha önce film önerileri başlığı altında paylaşatığımız "Lie To Me " dizisini izleyenleriniz varsa yalanları nasıl anlayabileceklerini görsel desteklerle daha iyi öğrenmişlerdir. Ancak izlemeyenler için bu yazıdan da bir çok şey öğrenebileceklerini söylebiliriz :)

Yalan Çeşitleri
İnsanların birbirlerine söyledikleri yalanları dört grupta değerlendirmek mümkündür.

Birinci grupta kişinin söylediği yalanın, karşısındaki tarafından bilindiği fakat karşı çıkılmadığı ortak-yalanlar vardır. Kendisine yapılan akşam yemeği önerisinden hoşnut kalmayan hanım, daveti yapan kişiye "işim var veya "başkasına sözüm var" der. Bunu söylerken karşısındakinin söylediği yalanı anladığını bilir. Ancak iki taraf için de durumun bu şekilde algılanması uygundur. Daveti yapan kişi, konuyu mazeret yönünde geliştirebilir ve şehir hayatında herkesin programının kaçınılmaz olarak çok yüklü olduğunu söyler. Bu şekildeki ortak-yalanlar insanların gündelik hayatlarında önemli bir yer tutar.

İkinci grupta yer alan yalanlar, doğrusu ortaya konamayacağı için karşı çıkılmayan yalanlardır. Buna örnek eşi kendisini terk eden birinin bir kokteyl partide mutlu bir görüntü sergilemesidir. Bu kişi beraberliğini bitirmekten ötürü çok mutlu olduğunu ifade eder ve dinleyenler bunun doğru olmadığını bilirler. Ancak buna kimse karşı çıkamaz. Bu kişi gece boyunca izlenecek olursa, söyledikleriyle iç dünyası arasındaki çelişkiyi ortaya koyacak birçok açık verebilir. Ancak bu yalanın ortaya çıkması kimseye yarar sağlamayacağı için, kimse konunun üzerine gitmez.

Üçüncü grupta profesyonel yalancıların söyledikleri. yalanlar bulunur. Burada "profesyonel yalancı" tanımı "mesleği gereği yalan söylemek zorunda olan" anlamında kullanılmaktadır. Diplomatlar, politikacılar, avukatlar, reklamcılar, halkla ilişkiler şirketlerinin temsilcileri, falcılar, sihirbazlar, eski eşya satıcıları (antikacılar) için yalan bir hayat biçimidir. Bu kimseler, karşılarındaki kişilere konuyla ilgili olarak sadece onların hoşlarına gidecek olanları söylemekte çok ustadırlar.Bu kimseler yalan söyleme becerilerini öylesine geliştirip parlatırlar ki, insanlar bu yalanları duymak için can atarlar, teşvik ederler ve bundan mutluluk duyarlar. Bu grupta yer alanlar yalan işaretlerinin çok azını gösterirler.

Dördüncü grupta ise, işi yalan söylemek olmayan sıradan insanların söyledikleri ve kendilerine yarar sağlayan küçük veya büyük yalanlar gelir. Bunlar fark edildiği zaman "yalan" diye adlandırılan adi yalanlardır. Kitapta daha önce yer verdiğimiz önemli bir gerçeği burada bir kere daha hatırlatalım: "İnsan ağzıyla yalan söyleyebilir ancak bedeniyle asla". Bu sebeple söylediğinde dürüst olmayan birinin, davranışlarıyla sözlerinin doğru olmadığı konusunda bazı ipuçlarıyla kendisini ele vermesi kaçınılmazdır.

Yalan İşaretleri

Yalan söylerken insanların davranışlarında gözlenen farklılıklar çok sayıda araştırmaya konu olmuştur. Bu araştırmalardan çıkan sonuçlar şöyle özetlenebilir:
- Yalan söyleyen kişilerin elleriyle yaptıkları jestler azalmaktadır. Normal olarak el jestleri ifadeyi güçlendirmek amacıyla yapılır. Kişi büyük çoğunlukla konuşulan kelimelerin anlamını artırmak için yaptığı el hareketlerinin farkında değildir. İnsan konuşurken elini salladığını bilir ancak ellerinin gerçekte ne yaptığını bilmez. Ellerinin bir şeyler yaptığını bilmek, ancak ne yaptığını tam olarak bilmemek kişiyi şüpheye düşürür ve böylece ellerin hareketleri azalır. Belki de insan içinde yaşadığı çelişkiden ötürü ellerinin kendisini ele vereceğinden çekinir ve ellerini ya cebine sokar, ya üzerine oturur veya bir eliyle diğerini tutar. Bu kendi kendine temas zor zamanda anne elinin tutulması yerine geçerek, iç gerginliği de hafifletir.

- Yalan söyleyen kişinin elini yüzüne götürme ve yüz çevresine değdirme sayısı artmaktadır. Bir konuşma sırasında insan elini arada sırada yüzüne götürür. Ancak kişinin samimi olmadığı bir görüşme sırasında bu jestin sayısında çok büyük ölçüde artış görülmektedir. Elin yüze gitmesi sırasında yapılan hareketler çeneyi tutmak, dudaklara bastırmak, ağzı örtmek, burna değmek, yanağı ovuşturmak, gözün altını kaşımak, kulak memesini çekmek ve saçla oynamaktır. Bir yalan sırasında bütün bu jestlerin sayısında artış görülmekle beraber ağzı örtmek ve burna değmek jestlerinde adeta patlama olur. İnsan yalan söylerken neden ağzını kapatır? Bunu tahmin etmek çok zor değildir. İnsan ağzından çıkacak kelimeleri tutmak ve yaptığını örtmek ihtiyacındadır. Elin ağzı örtmesi çeşitli biçimlerde olur. Parmaklar dudakların üzerinde trampet çalabilir, işaret parmağı üst dudak üzerinde durabilir veya el ağzın hemen yanında durabilir. Çocuklar yalan söylerken elleriyle ağızlarını kapatırlar. Hiç şüphesiz yetişkinler için elin ağza gitmesi, kişinin yalan söylediği konusunda tek belirleyici hareket değildir. Kişi söylediği konusunda tereddüt içindeyse, hata yapmaktan korkuyorsa, zaman kazanmak istiyorsa da eli ağız çevresinde olabilir. Bu sebeple elin burna gitmesi, ağzı örtmesine kıyasla daha gelişmiş, ince ve soyutlanmış bir harekettir. Ağızı örtmeye gelen el, hemen yukarda bulunan burna uzanır ve böylece daha sembolik ve stilize bir hareket yapılmış olur. Yalan söyleyen veya ağzından çıkanlar konusunda yeterince samimi olmayan bir insanın elinin burnuna gitmesinin en önemli sebebi fizyolojiktir. Çünkü yalan söylediği sırada bir iç gerginlik yaşayan insanın bedeninde birçok fizyolojik değişiklik olur. Kan basıncının yükselmesi, kalp vurum sayısının artması, ter bezi faaliyetlerinin artması gibi yalan söylerken kaydedilen fizyolojik değişikliklerin yanı sıra burunda bir kaşınma duygusu yaşanır. Coldoni nin ünlü masalında yalan söyleyen Pinokyo nun burnunun büyümesi sebepsiz değildir. Yazar son derece önemli bir gerçeği yakalamış ve abartarak çocuk literatürüne geçirmiştir.

- Yalan söyleyen bir insamn konuşurken beden hareketlerinde bir artış olmaktadır. Yalan söylendiği zaman duyulan rahatsızlık ve huzursuzluk, özellikle otururken kişinin durumunda değişiklik yapmasına, oturduğu koltukta öne-arkaya veya sağa-sola hareket ederek, pozisyon değiştirmesine sebep olmaktadır. Bu pozisyon değişikliğinin ardında büyük bir ihtimalle "Keşke başka bir yerde olsaydım" duygusu yatmaktadır. Oturur durumda artan beden hareketleri televizyondaki açık oturum, panel veya sohbet türü programlarda sık sık görülmektedir. Özellikle "Kırmızı Koltuk" programında birçok konuk kendilerini güç durumda bırakan sorularda koltuğun sınırlarını zorlayan hareketler ve koltuk üzerinde mini gezintiler yapmaktadır.

- Yalan söyleyen bir kişinin el jestleri azalırken, el sallama hareketi artmaktadır. Belki de böylece kişi elini silkme biçiminde hafif hafif sallayarak, sözleriyle ilgili sorumluluğun kendisine ait olmadığını anlatmak istemektedir.

- Yalan söyleyen bir insanın yüz ifadesi büyük çoğunlukla normale çok yakındır. Bu alanda uzmanlaşmadan, bir kişinin mimiklerine bakarak yalan söylediğini anlamak çok güçtür. Yüz ifadesinde yalanı ele veren en önemli ipucu, kişinin gözlerini sık sık konuştuğu kişiden kaçırmasıdır.

Bu araştırmalardan elde edilen bilgileri mutlak doğrular olarak değil, geçerIiliği tekrarlanmasına ve izlediği sıraya bağlı -her şeyden önemlisi- kişinin içinde bulunduğu bağlamın değerlendirilmesiyle anlam kazanan bir anahtar olarak kabul etmek gerekir. Yukarıda sıralanan özelliklerin varlığı kişinin yalan söylediğini değil, yalan söyleme ihtimalinin olduğunu gösterir. Bu araştırmaları sınamak için çalışmalar yapan başka araştırmacılar, yukarda sıralanan davranışların yalan veya samimiyetsizliği ortaya çıkartmak için kulIanılacak anahtarın kendisi değil, ancak bir parçası olduğunu söylemektedirler. Örneğin, bir konuşma sırasında birdenbire büyük bir suçlamayla karşılaşmamız durumunda, bocalamamız, birçok kere elimizi yüzümüze götürmemiz, oturduğumuz yerde huzursuzluğumuzu yansıtan hareketler yapmamız mümkündür. Bu durumda suçlamaları yerinde, savunmalarımızı da gerçek dışı olarak mı kabul etmek gerekir? Benzer şekilde iş için mülakata çağrılan bir kişi, kendisine sorulan sorularla bunaldığı zaman elini birçok defa yüzüne götürebilir ve oturduğu yerde huzursuzluk işaretleri gösterebilir. Bütün bunların, adayın vereceği bilgilerin nasıl değerlendirileceğini bilememesinden ve hata yapmak endişesinden kaynaklanmaSi da muhtemeldir.Sıralanan sebeplerden ötürü bu işaretleri yalan söylemenin aşikar delilleri olarak değil, beynimizin içindeki düşünceler ve gerçek duygularla, dış dünyaya yansıyan ifadelerin bir çelişkisi olarak kabul etmek daha yerinde olur. Bu çelişki gerçek bir yalan olabileceği gibi, samimiyetsizlik, tereddüt veya şüphe de olabilir.
Devamını okumak için tıklayın...

Montaigne - Denemeler

     Montaigne yaşamının uzun bir bölümünde kendini, hayatını, yaptıklarını ve bunların nelerden kaynaklandığını araştırmış kendisiyle sürekli bir sorgulamaya girişmiş bir yazar. Aforizmalarıyla ve Denemeleri ile ünlenen Montaigne yazdığı denemeler ile de deneme türünün kurucusu olarak bilinir.

     Sırf kendisi ile başbaşa kalabilmek adına şehirden çok uzakta bir ev satın alıp denemelerini de orada yazmıştır. Her ne kadar insanlardan uzakt olsa da kendisinden hareketle tüm insanların ortak hislerini büyük bir başarıyla kaleme almış. Montaigne'i okurken ''Beni tanıyor olmalı'' diye düşüneceksiniz.

Montaigne ve Denemeler hakkında yapılan yorumlar:

Montaigne, o hoş sohbet adam

bazen derin, bazen sudan                 
Şüphe etmesini bilmiş  

Burnu bile kanamadan  

Kerli ferli sofralarla 
Alay etmiş sakınmadan
(Voltaire)


   - Denemeler'de gördüğüm herşeyi Montaigne'de değil kendimde buluyorum (Pascal)

   - Montaigne amma da fikir çalmış benden ! (Beranger)
                      
   - Yazarların çoğunda yazan adamı görüyorum.Montaigne'de ise            düşünen adamı. (Montesquie)



Devamını okumak için tıklayın...